28 Ekim 2008 Salı

Blog Yasağı


Bir kaç gündür süren blog yasağı hakkında bir kaç şey söylemeyi ben de çok istiyorum. Ama akan gözlerim, tıkanık burnum ve kuru öksürüğüm pc başına geçmemi engelliyor.

Kısaca şunu söylemek isiyorum; lütfen kafasını kuma gömen ama kıçı açıkta kalan deve kuşu gibi davranmayın. Tüm blogların erişime engellenmesi başka tür yollarla erişilemeyeceği anlamına gelmiyor. Gerçi YouTube'la erişim engellemeleri konusunda baya bir deneyim kazanmışlardır. (Tabi burada tüm dünyaya rezil olduk)

Eskiden istenilmeyen düşünceleri yok etmek için ya düşünce sahibi insan öldürülürdü yada düşünceyi barındıran kitap yakılırdı. Tartışmalar, fikirler internet ortamında kolayca yayılmaya başlayınca, bizimkilerin ödü koptu tabi. Sanki kendi fikirlerine sahip insanlarda blogları aracılıyla insanlara ulaşmıyorlar.

Bizim gibi demokrasiyi "neresinden tutması gerektiğini" bilmeyenleri daha çok yasaklar bekler. Sevgili blog yazarları, çok tehlikeli bir iş yapıyormuşuz bunu anladım.

http://www.sansuresansur.org/main.asp

(Biterken çalan: Fikret Kızılok - Zaman Zaman)

16 Ekim 2008 Perşembe

FilmEkimi

Dört yıldır takip ettiğim FilmEkimi beni bu yıl hayal kırıklığına uğrattı. Festival dışında sinemaya gitmeyi sevmeyen birisi olarak (nedenleri, pahalı olması ve para vermeye deymicek filmlerin olması) FilmEkimi ve İstanbul Film Festivali gibi etkinlikler benim için önem arzediyor.

Nerdeyse 4 yıldır (öncesini bilemeyeceğim) kendi çapımda yapmış olduğum gözlemler sonucu her yıl belli konulara ağırlık veriliyordu. İki yıl önce seks, uyuşturucu ve eşcinsellik gibi konular ağırlıktayken, geçen sene ergenlik bunalımları üzerineydi. Bu yıl ise karma karışık bir liste vardı. Açıkçası film açıklamarı hiç yeterli değil. Gittiğim 6 filmden beni yanıltanlar oldu.(olumlu ve olumsuz olarak)

Filmlere gelirsek;

Standard Operating Procedure

Irak Savaşı sırasında Ebu Garip hapishanesinde çekilen iğrenç fotoğrafların nasıl çekildiği, olayın nasıl patlak verdiği üzerine bir belgesel. Filmde zaman zaman canladırmalardan yararlanılmış. Bazı konularda bu canladırmalar gerçekten işe yarıyor ve konuyu daha çarpıcı kılıyor(olay başlı başına çarpıcı aslında. sinemada çarpıla çarpıla bir hal oldum zaten. Bittikten sonra kaskatı kalmışım) Olayları, orda askerlik yapmış olan er ve subayların ağzından dinleniyor. Hiç biri de yaptıkları şeyden pişmanlık duymuyorlar. Hepsi başlarındaki adamı suçluyor. O da en fazla cezayı almış.Sadece 7 yıl!! İşkence yaptıkları insanların hayatını (çoğu masum siviller) mahvetmelerinin, çırılçıplak soyup, gülümseyerek zafer işaretiyle poz vermelerinin bedeli 7 yıl!!. Diğer erler ise 2 yıl veya daha az bir zaman hapis yatmışlar. Erlerin hiç biri doğru düzgün eğitim almamış ve sorgulama yöntemlerinden habersizler. Zaten savaşın bu kadar uzun sürmesinin sebebide deneyimsiz askerlerin olması. Bu tarz film ve belgeseleri ileriki zamanlarda oldukça izleyeceğiz. Vietnam'da olduğu gibi bunalıma giren psikopat bir nesil yetişiyor Amerika'da. Amerika böyle sağa sola saldırdığı sürece daha çoook savaş sonrası bunalım filmleri çekilir.

Daima Mutlu

Belgesel'den sonra bu filmi izlemek, gerilen kaslarıma ve darma duman olan aklıma gerçekten iyi geldi. Film İngiltere'de ana sınıfı öğretmenliği yapan, "daima mutlu" olan Poppy'nin hayatı hakkındadır. Poppy, sürekli gülen, kendisiyle alay edebilen mutlu biridir. Bir gün ehliyet almak için direksiyon kursuna başvurur. Direksiyon hocası Poppy'nin aksine asık suratlı, kuralcı, hata yapmaktan korkan biridir. Poppy'nin rahat ve alaycı tavrı Scott'u rahatsız eder. Ama Scott'un içten içe onu sevdiğini filmin sonuna doğru anlıyoruz. Ben öyle sevgi görmedim yaa neyse:)

Buarada filmin en komik anı, flamenko hocası olan kadındı. Bence bir yerde bir şekilde elde edin bu filmi. O kadın anlatılmaz izlenir:)

Eve Dönüş

Söylenicek pek bişey yok. Son derece absürd, gereksiz, içinde çok fazla anlam yükeyeceğiniz ya da sonuç çıkartabileceğiniz hiç bir şeyin olmadığı bir filmdi. Beğenmedim, tavsiye edilmez.

Rüya

Güney Kore'lileri seviyorum. Şimdiye kadar izleyipte beğenmediğim Kore filmi yoktur(Serseri Bulut da dahil!!). Neyi nerde, ne kadar kullanacaklarını gerçekten biliyorlar. Benim gibi gerçekçi öğeleri barındıran filmleri izlemeyi seven birini bile Korelilerin yaptığı filmler alıp götürüyor.

Rüya bu yıl film ekiminde beni hayal kırıklığına uğratmayan tek film oldu. Konusuna gelince; film Jin'nin rüyasında trafik kazası yapmasıyla başlıyor. Ancak o kadar gerçek bir rüyaki kendisi şüpheye düşüyor.Arabasıyla rüyasında gördüğü yere gidiyor ve gerçekten bir trafik kazası olduğunu fark ediyor. Ama polisler çarpanın kendisi olmadığını söylüyorlar. Hatta kamera görüntülerinde başka bir araba ve arabada bir kadının olduğu görülüyor. Sonradan anlaşılıyorki Jin rüya gördüğünde Ran, Jin'in rüyada yaptıklarını yapmaktadır. Aralarında zamanla aşk doğuyor ancak, Jin rüyasında eski sevgilisini görüdüğü zaman, Ran'da nefret ettiği eski sevgilisini görüyor. Biri sevgilisine dönmek isterken, öbürü istemiyor. Ama Jin rüya gördükçe bu döngü devam ediyor ve Jin uyumamaya çalıyor. Uyanık tutmak için kendini kesip biçmeye başlıyor!

Bence bu filmi mutlaka izlemeye çalışın. Vizyona giricektir kesin. Kaçırmayın derim.

Lorna'nın Sessizliği

Lorna, Belçika vatandaşı olmak için uyuşturucu bağımlısı olan Claudy'le evlenmiştir. Kendisi gibi Arnavut olan sevgilisiyle beraber Belçika'da bir kafe açma hayalleri vardır. Daha sonra Belçika vatandaşı olan Rus bir adamla evlenecektir. Ancak Lorna kafayı yer ve hamile olduğunu zannetmeye başlar. Film Cannes Film Festivali'nde Altan Palmiye ödülü almasına rağmen (ki bu sebepten merak ettim bende) film Lorna hakkında yeterince bilgi vermiyor. Biz izlemeden olmuş zaten olaylar. Bence Lorna'nın keşke yaşadığı evlilik üzerine olsaymış daha iyi olurmuş. Filmin sonu çok aptal bir şekilde bitiyor ve kaybettiğiniz 1.5 saati acaba nasıl değerlendirseymişim diye düşünüyorsunuz.

Chelsea'de Rock

Pek çok rock şarkıcısına, yazarlara, şairlere, sanatçılara ilham vermiş bir "sanat oteli" Hotel Chelsea... Özellikle Leonard Cohen, Janis Joplin, Patti Smith, Tom Waits ve Bob Dylan gibi şarkıcıların burada kaldıkları zaman yazmış oldukları şarkıları dinlediğinizde gerçekten bu yerin önemini daha iyi anlıyorsunuz. Leonard Cohen'nin yazmış olduğu "Chelsea Hotel No:2" şarkısında Janis Joplin'ni anlattığı rivayet edilir. O kadarını bilemem ama Hotel Chelsea gerçekten de görmek istediğim bir yerdir benim için.

Bu belgeselinde benim için müthiş bir fırsat olduğunu düşündüm.(önümüzdeki senelerde New York'a gitmek gibi planım yok çünkü:) Açıkçası film beni inanılmaz hayal kırıklığına uğrattı. Ben orda daha önce yaşamış, film açıklamasında yer alan isimlerin (özellikle sevgili L.C) anılarını falan anlatıcağını düşündüm. Orda uzun zamandır yaşayan insanların konuşmalarına yer verilmiş. Ancak bunların pek çoğu kendi halinde sex, drugs and rock'n roll üçlüsüyle pek alaksı olmayan insanlar. Filmde orada yaşamış olan şarkıcılardan olan Sex Pistol'un solisti Sid Vicious ve sevgilisi Nancy üzerine bir takım gereksiz canlandırmalar yer aldı. Ha unutmadan bir de Janis Joplin'le de kopuk kopuk bir canladırma vardı. Film sırasında bir ara gerçekten sıkıldım ve gitmek istedim. Yeraltı müziği ve sanatı açısından bir tarih olan bu mekan üzerine hiç de bilgilendirici olmayan, kötü bir belgeseldi. Umarım birileri bunu görür ve daha iyisini yaparlar.

Bu arada otelin 40 yıldan fazladır sahibi olan şimdi adını bulamadığım adam burayı satmış ancak, çok pişman. Çünkü yeni sahipleri oteli bohem havasından çıkartıp daha modern ve zenginlere hitap eden bir hale sokmuşlar. İnternet sayfasında gördüm tüm bunları. Üstelikte orda 30 yıl gibi süredir kalan insanları evlerinden çıkarmaya başlamışlar. Otelin eski sahibi pek paragöz olmayan biriymiş. Otelde kalan insanların çoğu sanatçı ya da işçi sınıfından olan insanlar olduğundan, çoğunun hayatı inişli çıkışlı olmuş. Bazıları yıllarca para vermeden yaşamış. Ama bir şekilde paralarını ödemeye çalışmışlar. Otelin eski sahibi, otelde yaşayan ressamların beğendiği resimlerini alıp duvalarına asmış. Tıpkı resim galerisi gibi olmuş. Umarım yeni sahipleri oteli daha da mahvetmezler ve tıpkı bizim gibi halka açık olması gereken kültür mekanlarını, cebi paradan dolup taşmış ama yine de nereye sokup sokuşturucağını bilmeyen para babalarının eline vermezler.(örnek ileriki zamanlarda otele çevirilmeyi planlanan Haydarpaşa Garı)

(Biterken çalan: Led Zeppelin - Stairway to Heaven)

5 Ekim 2008 Pazar

REM



Ekim'de açık havada konser izlemek gerçekten iyi oluyormuş. Bir gece öncesi fırtına varken, dün gece kadife bir hava vardı Kuruçeşme Arena'da.

REM konserine gitmek için malum şahıs ile birlikte Kuruçeşme'nin yolunu tuttuk. Ancak organizasyon şirketi bizi şaşırtarak tam saatinde kapı açılışı yapmış. Tabi kimsecikler yoktu dışarda. Bizde kendi çapımızda "kapı açılış heyecanı" yaptık ve daha sonra içeri girdik.

Konser öncesinde çeşitli yardım standlarının kurulucağını biliyordum. Daha önceden Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın Benim Kütüphanelerim Projesi'ne katılmak istemiştim ama nasıl yapmam gerektiğini tam bilmiyordum. Bende hazır yüz yüze konuşulacak birileri varken öğrenim dedim. Ama elime tutuşturulan kağıtla kalakaldım gene. Bizde yiyecek ve içeklerimizi alıp Kuleliye karşı oturduk.

İlkkez bir konserde ön gruplardan hoşlandım. Ayyuka'nın biraz arabeske kaçan tarzları beni biraz irkiltse de gene de iyiydi. Spiritualized prograssive kaçan bir tarzları vardı. Gerçekten de iyiydiler. Ama isimleri nasıl okunuyor bilmiyorum. Hatta Naim Dilmener'in dediğine göre grubun isminin nasıl okunduğu hakkında çeşitli forumlar varmış. Garip.

Mor ve Ötesi'ni çok fazla sevmem. Hattta gereksiz cool duruşları beni kıl eder. Sadece biz politiğiz havaları beni hasta ediyor. Çok bilinen şarkıları dışında pek şarkılarını bilmem. Performansları her zamanki gibiydi.

Bu arada, Mor ve Ötesi'nin sonuna doğru arkalardan insanları yararak gelip, en önde yer kapabiliceğini sanan salak çifte akıl, fikir ve benzeri türünde şeyleri bir an önce edinmelerini diliyorum. Bir de utanmadan kavga çıkardılar. Allahtan güvenlik görevlileri çıkardılar onları da rahat rahat takılmaya devam ettik.

Saat dokuza geldiğinde büyük an gelmişti artık. Michael Stipe 48 yaşında olmasına rağmen müthiş dans ediyordu. Bütün gece sahnenin her tarafını dolaştı. Şapkasını çıkardı. Kravatını çıkardı. Gömleğini bekledik ama çıkarmadı:( Grup elemanları hallerinden memnun gibiydi. Ama seyirci çok ölüydü. Etrafımızda o kadar REM fanı olmasına rağmen, azıkcık bile çoşmadılar. Zaten ekşisözlükte okuduğum kadarıyla arka taraflar daha fenaymış( buarada ben 3. sıradaydım:) Konuşmalardan kimse bişey duymamış. Sanırım şu davetiye olayını çok abarttılar. Guns'N Roses konserindeki topuklu giyen tiki hatunları hala hatırlıyorum. Loca da oturup izlemişlerdi. 10. 000 kişinin olduğu söylenen konserde neden en çok uğultu bu alakasız insanlardan gelirki? Kaç tane davetiye dağıtılıyor anlamıyorum. Davetiyeler yüzünden parası olupda bilet kalmadığı için konsere gidemeyen pek çok insan olabiliyor. Hoş bu REM için geçerli değil.

REM'in Barack Obama'yı destekledğini biliyordum. Konserde bize kendi başkan adayını alkışlattırdığı için açıkçası biraz sinirlendim. Sanırım Amerikan emperyalizimi denen şeyden habersiz. Sonuçta Amerika'nın başbakanı dünyanın ya da bizim başbakanımız değil.(bu ada ayrı bir yazı konusu tabi)

Bu arada Electrolite çalıcaklarını hiç düşünmemiştim. Bana güzel süpriz oldu. Setlisti bulamadım hiç bir yerde. Eğer bulursam yakında paylaşırım onuda.

Güzel bir ekim akşamıydı. Her şeye rağmen teşekkürler REM...















(Biterken çalan: Richard Hawley - Hotel Room)

2 Ekim 2008 Perşembe

Üç Kitaptan Biri Çürük Çıktı


Eminim sizinde olmuştur. "Keşke almasaydım ne biçim kitap bu şimdi" dediğiniz. Ben işte buna çürük kitap diyorum. Arka kapak yazısına aldanıp aldığım kitplar... Kitap seçiminde bazen başarısız olabiliyorum. Sanırım kütüphaneci olursam, seçim kısmında çalışmamam gerekicek.

Neyse... Çürük olarak nitelendirdiğim kitap, Yarım Kalan Düş, Süleyman Yaşar yazmış. Konu resmi bir dernek olan TöB-DER (öğretmenler birliği) üyesi olduğu için (141. -142. maddelerden her zaman olduğu gibi) 12 Eylül'de yaşamış olduğu tutukluluk ve cezaevi anılarını anlatıyor. Kitapta ilginç sayılabilecek çok az şey var. Açıkçası kendisi "çok rahat" bir tutukluluk dönemi geçirmiş. İşkence görmemiş. Yazarda dernek arkadaşlarına karşı bir burukluk var. Ne cezaevinde ne de sonrasında görüşmeye gelmemişler. "Orda siz kendiniz için yattınız" denmiş. Kitaptaki en vurucu şey buydu benim için. Bu cümlenin üzerine yazılacak aslında çok şey var. Neyse geçelim diğer kitaba...

Galatasaray'daki sahaflardan aldığım "Sakıncalı Piyade". (Buarada sahafları gezin. Gerçekten çok ilginç kitaplar var. Dış kapakları biraz eskiler, ama önemli olan içleri değil mi zaten?).Uğur Mumcu'nun aslında teğmen olarak yapması gereken askerliğini "her nedense" er olarak yapması, daha sonra cezaevine düşmesi traji-komik bir şekilde anlatılıyor. Açıkçası ilk kez Uğur Mumcu kitabı okuyorum ve yazım diline hayran oldum diyebilirim. Kitabın önsözünü yazmış olan Aziz Nesin gibi insan "gerçekten acı acı gülüyor"

Güzeli sona bıraktım. İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası.

İhsan O. Anar'ı anlamak ve okumak gerçekten sabır gerektiryor. Çünkü çoğu insan kitabın en başında Eski Türkçe kelimelerden korkup, kitabı anlıyamayacağını düşünüyor. Evet bazen biraz sözlük karıtırmak gerekiyor ama olsun.

İhsan O. Anar'ın türünü ben "büyüklere masallar" olarak niteliyorum. Daha önce "Amat" kitabını okumuştum. Her iki kitapta Osmanlı döneminde geçiyor. İkiside masal tadında.

İhsan O. Anar gerçekten çok başarılı bir yazar. Kendisi felsefe eğitimi almış ancak, tarih bilgisi ve türkçe dil bilgisi harika. Eski Türkçe biliyor diye yaşlı falan sanmayın onu. Puslu Kıtalar Atlası'nı yazdığı zaman 35 yaşındaymış!

(Biterken Çalan: Yes - Close To The Edge )