17 Haziran 2009 Çarşamba

Yenilik

Uzun zamandır blogmun templateni değiştirmek istiyordum. O arada ismini de tabi. Her ne kadar arada bir yazıyor olsam da eski blogum emanet gibi duruyordu. Eskisini unutabilirsiniz. Çünkü artık bir maruzatım var :)

12 Haziran 2009 Cuma

The Reader


Finaller öncesi çalışmamak için elimden geleni yapıyorum bu aralar. Kendimi film izlemeye verdim resmen. Dün akşamda The Reader'ı izledim.

Filmin konusunun ne olduğunu açıkçası pek çözemedim. 15 yaşında bir erkekle aşk yaşayan bir kadının mı, Nazi döneminde SS subayı olan bir kadının yargılanması mı, yoksa okumayı bilmediğini yıllarca saklayıp, başkalarının ona okuduğu kitapları dinlemekten mutlu olan, sonunda okumayı geçde olsa öğrenen bir kadının hikayesi mi?

Bana göre sonuncusu. Ama film bunu bile tam olarak vurgulayamıyor. Kate Winslet'ın oynadığı Hanna Schmitz, yanlış kararlar vermiş, yanlış işler yapmış ve bunun bedelinide kendisi yargılanana kadar başkaları ödemiş. Ancak Hanna Schmitz'in neden bunları yapmış olabileceğine dair en ufak bir ayrıntı yok. Ben neden-sonuç ilişikisi ararım pek çok olayda ancak film bunu hiç bir şekilde bana sunmuyor.

Filmde beni rahatsız eden bir noktada da, Michae'ın Nazi kampında sağ çıkan kadınla görüşmeye gittiğinde yapmış olduğu diyalog. Filmin senaryosunu bana göre dibe vurduran bir noktası var. İçi bu kadar boş, ruhsuz ve yapmacık bir diyalog olamaz.

Bir başka unsur da, küvetin metaforik bir anlamı olması. Sanırım ruhlarını da aynı zamanda temizliyorlardı ama, tam olarak bu mu karar veremedim.

Filme genel olarak baktığımda beni rahatsız eden noktalarda olsa genel olarak iyi. Kate Winslet'ın oyunculuğuna diyecek yok zaten. Konu biraz aceleye gelmiş gibi geldi bana. Ama yine de izlenmeli.

Biterken Çalan:(Simon&Garfunkel - Sound Of Silence)

8 Haziran 2009 Pazartesi

Dikkat: Yüksek Gerilim Hattı


Bu aralar serseri mayın gibiyim. Beklenmedik bir anda seni de çarpabilirim. Bu yüzden bu yazı uyarı mahiyetindedir. Şimdiden dikkatedin. Ona göre yani...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Little Miss Sunshine


Başarılı olmaya ve kazanmaya kafayı takmış bir baba, aileyi bir arada tutmaya çalışan bir anne, güzellik yarışmasın hazırlanan 7 yaşında bir kız, pilot okulunu kazanana kadar konuşmamaya yeminli bir abi, intihara eyilimi olan eşcinsel bir dayı ve uyuşturucu bağımlısı olan edepsiz bir dededen oluşan bir ailenin nasıl olabileceğini merak ediyor musunuz?

Tüm bunların bir arada olduğu, Amerikan aile yapısına yer yer eleştiren, yer yer izleyiciyi güldüren bir kara mizah filmi Little Miss Sunshine.

Biraz da yol filmini andırıyor. Çok bir şey beklenmemeli bu filmden. Ama boş bir vaktiniz varsa, canınız biraz sıkkınsa, insanı yormayan, azıcık gülümseten bir film. Müzikleri müthiş bu arada.DeVOTCHKA adlı bir gruba ait müzikler. Internet sitesinden dinlenebiliyor.

8 Mayıs 2009 Cuma

Bir Düş Gerçek Oluyor

Geçenlerde arkadaşımla konuşuyordum. Bu sene acaba Leonard Cohen gelir mi diye. Hatırlarsanız geçen sene Ağustos ayında konser vermek için İstanbul'a geleceği söylenmişti. Ama sonradan iptal edildi. Para bile ayırmıştım ortada kalmiyim diye. Bu sene de gelmez ise yurtdışına falan mı gitsek diyorduk.

Ama benim yurtdışına gitmeme gerek kalmadı. Çünkü 5-6 Ağustos'ta Cemil Topuzlu'da asla unutamayacağım ve benim için çok özel şeyler ifade eden şarkılarını dinleyebileceğim bir konser verecek. Tabi bu arada konserin tekrardan iptal edilmemesini umuyorum.

1 Mayıs 2009 Cuma

Deli Deli Olma


Dün çok içten, sıcacık bir film izledim. Deli Deli Olma... Başrol oyuncuları Tarık Akan ve Şerif Sezer. Film, Kars'ın bir köyünde piyano çalmak için yanıp tutuşan Elma adlı kız ile, bir Malakan olan Mişka (Tarık Akan) arasındaki ilişkiyi anlatıyor.

Mişka'nın babası Çarlık Dönemi'nde ailesi ve tabi piyanosuyla beraber Kars'a yerleşmiş. Mişka'nın piyanosu ve Rusya'da yaşayan kardeşinden başka kimsesi yok. Paskalya'da telefon eder diye onun için telefon bile bağlatmış.

Köylüler Mişka'yı Hıristiyan olduğu için yada "yabancı" olduğu için yargılamıyor. Ancak köyün en yaşlısı olan Popuç (Şerif Sezer) köylülerin ona yardım etmesini engelliyor. Ancak bunun aslı sebebini filmin ilerleyen bölümlerinde, Mişka ölüm döşeğindeyken anlıyoruz.
Köylüler her ne kadar yardım elini uzatmakta zorlansada, Popuç'un torunu Elma, Mişka'nın yanına gidip ona yardım ediyor. En sevdiği et olan kaz etini yemeğip onunla paylaşması, yemeğini yapması ve -benim için en hüzünlü olanı, Mişka'nın telefonun çalıp, onun yerine Elma'nın açması ve yanlış numara olduğunu anlayıp karşı tarafın telefonu kapaması ama Elma'nın Mişka'nın kardeşiymiş gibi telefonda konuşmaya devam etmesi beni gerçekten çok hüzünlendirdi.

Filmde drama ve komediye yer verilmiş. Ama bu ikili birbirlerinin üzerine çıkmadan, dozunda ve yerinde devam ettiğini düşünüyorum. Oyuncuların çoğu zaman şivelerini değiştirdiklerinden dolayı bazı şeyleri anlamakta zorlanıyor insan. Bir de film Kars karlı iken çekilmiş. Ancak benim izlediğim sinemada mı bir problem vardı, yoksa filmin görüntü kalitse mi kötüydü bilmiyorum ama güzel karlı görüntüleri soluk bir şekilde izlemek durumunda kaldım. Aynı şekilde iç mekan çekimleri de bu şekildeydi.

Oyunculuklara gelirsek, Elma'yı oynayan, Cemile Nihan Turhan köylü kızını oldukça iyi oynamış. Kuzeni olan Tavşan ise (isimlerin neden böyle seçildiğini ben de merak ediyorum), film deki en enteresan çocuk oyuncu idi. Benim bu yaşımda bile söylemeye çekineceğim küfürleri gayet rahat ve komik bir şekilde söyleyebiliyordu. Şerif Sezer'i ben ilk tv dizisi olan "Çemberimde Gül Oya"da izlemiştim. Orada, kocasının buyunduruğundan dışarı çıkamayan, okuma yazma bilmeyen ama daha sonra azim edererek okumayı söken, hatta para kazanıp evin geçimini bile sağlayan Urfa'lı bir kadını canlandırıyordu. Bana göre çok da başarılıydı. Gerçi o dizi başlı başına bir başarıydı ama neyse...

Veee Tarık Akan! Tarık Akan Türk sinemasının bana göre en ilginç oyuncularından beri. Eski Yeşilçam filmlerinde izlediğim Tarık Akan ile '80 sonrası izlediğim Tarık Akan gerçekten çok farklı. Ben o dönemlerde yaşamadığım için tam olarak bilemem ama Tarık Akan hakkında bir kronoloji yaptığımızda bana göre en verimli ve entellektüel olarak gelişim sağldığı dönemler '80 sonrasıdır. Bu filmde bile kendini yenilemekten geri çekmemiş. Filmdeki piyano sahnesinde piyanoyu bizzat kendisi çalımış ve söylemiş. Kendisi eğitim almamış olsa bile, oyunculuk eğitiminin gerekli olduğunu düşünebiliyor.

Bu arada Malakanlar üzerine birkaç site buldum bir bakın derim

http://malakan.blogcu.com/

http://www.molokane.org/places/Turkey/Kars/Karagoz/Who_are_Molokans.html

Birgün'de yayınlanan Tarık Akan ve Şerif Sezer'in röportajı için:

http://www.birgun.net/report_index.php?news_code=1239539987&year=2009&month=04&day=12
(Biterken Çalan: Pink Floyd - Your Possible Pasts)

12 Nisan 2009 Pazar

Açlık

"Açlık" filmini aslında iki hafta önce izledim. Ancak bir türlü elim klavyeye gitmedi. Filmanalizi grubuyla tartıştıktan sonra yazarım dedim. Dün onlarla da film dışında herşeyi tartışınca, filmin etkisi kaybolmadan ( uzun süre kaybolucak gibi değil aslında) bir kaç birşey yazim dedim.

Film, IRA örgütüne bağlı mahkumların, İngiliz hapishanesinde görmüş oldukları işkence ve örgüt üyelerinin bu işkencelere karşı yapmış oldukları eylemler üzerine. Film 3 ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde hapishane gardiyanın sıradan bir günü ve yaralı ellerini sıcak suya koyması ( sonradan bu yaraların nasıl oluştuğunuı öğreniyoruz), ikinci bölümde hapishaneye ilk giren mahkumun yaşadıklarını ve son bölümde ise Bobby Sands'ın açlık grevi kararı ve bu grevi gerçekleştirirken vücudun da yaşamış olduğu değişimler gösteriliyor.

İlk iki bölümde ne kadar az diyalog olsa da görüntüler sert olduğu için buna gerek kalmıyor. Benim için filmin en can alıcı kısmı ise, Bobby ile bir zamanlar aynı sebeplerden hapis yatmış olan rahiple arasında geçen 17 dakikalık diyalogtur. Bobby burada neden açlık grevini yapmak istediğini, küçükken yaşadığı olayla birlikte anlatarak rahibi ikna etmeye çalışıyor. Rahip de bunun açlık greviyle çözülemeycek birşey olduğu konusunda onu ikna etmeye çalışıyor. Ancak Bobby açlık grevini tercih ediyor ve İngiliz hükümetine daha önce yapmış oldukları eylemlerdeki gibi, bedenlerinin hakimiyetinin kendilerinde olduğu mesajını vermeye çalışıyor.

Bobby'nin 66 günlük açlık grevinde hayatını kaybederken, çocukluğuna gönderme yapması çok güzeldi. Her şeyin başladığı nokta orasıydı aslında. Zaten açılık grevi gibi, ölüm orucu yada intihar bombacısı gibi eylemleri gerçekleştirebilecek insanlar hayatlarında bir takım travma yada ciddi kırılma noktaları yaşayan insalardır. Dolayısıyla Bobby ile rahip her ne kadar aynı tarafta olsalarda birbirlerini ikna edememelerinin sebebi bundandır.

Film ne kadar sert görüntüler içerse de görülmesi gerekir. (üstelikde tamamen gerçek) Kim haklı kim haksız tartışması oluşturmadan tamamen tarafsız bir film.

(Biterken Çalan: The Nice - Bonnie K)

4 Mart 2009 Çarşamba

İki Çizgi


Yaşı yolun yarısına gelmiş, klasik müzik dinleyen, piyona çalan, iş kadını olan bir kadınla, yirmilerinin ortalarında, fotoğrafçı ve rock müzik dinleyen bir erkek sizce nasıl bir araya gelmiş olabilir? İki Çizgi filmi de işte bu birbirinden farklı olan bu iki insanın ilişkisini anlatmaya çalışıyor!

Anlatıyor mu derseniz, öncelikle film çok sığ. Yukarıda belirtmiş olduğum karakterlerin özellikleri filmde gözümüze çok fazla sokuluyor. Dolayısıyla bu iki insan neden beraber olabilirki sorusu film boyunca aklımda takılı kaldı. Seks mi, para mı, alışkanlık mı bunların hiç biri bu sorunun cevabı olamıyor ne yazıkki.

Filmi izledikten ve Filmanalizi grubuyla da tatıştıktan sonra ( çocuğun gerçek bir fotoğrafçı mı yoksa, bu işi hobi olarak mı yapıyor olduğu bile tartışıldı. Düşünün yani film ona bile cevap veremiyor!) kendimce tahminler yürüttüm.

Öncelikle kadın çocuktan yaşça büyük. 10 yaştan fazla olabilir. Erkeğe ilk başta "olgun kadın" çekici gelmiş olabilir. Ancak bir süre sonra kadının dominant tavırları (ki bu sadece bir tahmin, bunu gösterecek bir durum hatırlamıyorum filmde) erkeği uzaklaştırmış olabilir (bu durum zaten bariz belliydi. Erkeğin sürekli karşı dairedeki mini etekli kızları dikizlemesi falan...).

Filmin beni en etkileyen kısmı ise (kötü bir şekilde tabi) filmin sonundaki tecavüz sahnesi ( ki bu durumda tartışılır. Bazıları için olamayabilir). Erkek, iktidarının sarsıldığını anlayınca kadına tecavüz etmesi ve bu olaydan sonra hiç bir şey olmamış gibi yola devam etmeleri ve filmin bu şekilde bitmesi beni dehşete düşürdü açıkçası. İlişkiler arasında tecavüz ne zamandan beri meşru sayılmaya başlandı? Benim kaçırdığım bişey mi var yoksa?

Bu duruma bulacağım tek mantıklı açıklama - ki kabul edilebilir yapmaz, kadının aslında onu koruyabilicek, sevebilecek "güçlü" bir erkek arayışında olduğunu gösteriyor. Erkek çünkü film boyunca "sünepe" (daha iyi bir kelime bulamadım açıkçası) karakterini çiziyor. Dolayısıyla bu tarz bir olay (erkeğin kadına hükmetmesi) kadını cezbetmiş olabilir. Böyle boktan, hastalıklı bir ilişki işte. Zaten normal bir ilişki olsa film olmazdı:) Tabi bu da ayrı bir tartışma konusu bence.

Bir de film inandırıcılığını en başta benim gözümde kaybetti. Çünkü filmin başında erkeğin kadının evindeki beyaz koltukta karpuz yediği bir sahne var. Açıkçası hiç bir kadın beyaz koltuğun üzerinde, doğranmadan, yarım ay şeklindeki karpuzu yiyen erkeğe asla tahammül edemez :) Ben kadının kızacağını düşünürken, sonrasında bambaşka bir eylem gerçekleşti. İlginçti bence.

Açıkçası "İki Çizgi" kötü bir filmden başka bir şey sunmuyor.

(Biterken Çalan: Jefferson Airplane - Crown Of Creantion)

2 Mart 2009 Pazartesi

İki Açlık Arasındaki Fark



İngiltere, Londra’da Amazon adlı bir kitap deposu elinde kalan fazla kitaplardan kurtulmaya karar verince ortalık yangın yerine döndü! Binlerce insanın akın ettiği depodan kucak dolusu bedava kitapla ayrılan ‘kitap avcıları’ depo temizliği yapmaya üşenen görevlilerin işini de kolaylaştırmış oldu.


01/03/2009 Radikal


Türkiye'de insanlar temel ihtiyaçlarını gideremiyorken, kitap okumayı falan düşünmeleri beklenemez. Avrupa'daki insanlar bilgiye, bizde ise insanların karınları aç. Bu böylede gider zaten.

19 Şubat 2009 Perşembe

The Bridges Of Madison County


Dört gün içinde birine aşık olup, onunla her şeyi geride bırakıp, tüm dünyayı onunla gezmeye gider misiniz? The Bridges Of Madison County işte bunun hakkında bir film.

Aslında filmi basitçe açıklamak gerekirse, tüm hayatını eşine ve çocuklarına adamış, ama kendi için hiç bir şey yapamamış, artık kurduğu hayallleri bile hatırlayamayan Francesca ile National Geographic fotoğrafçısı olan, özgürlüğüne düşkün, Robert'ın "yasak aşk"ını anlatıyor.

Francesca Johnson (Meryl Steep) İkinci Dünya Savaşı'nda eşi orduda İtalya'dayken tanışır ve hayali olan Amerika'ya, Iowa'da bir çiftliğe yerleşir. Eşinin isteğiyle öğretmenliği bırakmış, çocuklarına kendini adamış ama onlardan çokda saygı görmeyen bir annedir. Eşi, aslında iyi biri ama Francesca başka şeyler istemektedir.

Robert Kincaid(Clint Eastwood), dünyanın pek çok yerine gitmiş, özgürlüğüne düşkün, bu yüzden de bir kere evlenip boşanmış biridir. Bir gün yolu Iowa'ya düşer ve Francesca'yla karşılaşır. Francesca'nın kocası ve çocukları bir yarışmaya katılmak üzere dört gün evde olmayacaklardır.

Francesca, Robert'ı ilk başlarda yargılar. Onun bu kadar özgür olmasını, insanları düşünmediğini yada onlara ihtiyaç duymuyomuş gibi algılar. Aslında Francesca uzun zaman önce hayalini kurduğu ama unuttuğu şeyleri Robert gerçekleştirmektedir. Bu durum Francesca'nın kendisiyle yüzleşmesini sağlar.

Dört gün boyunca dolu dizgin bir aşk yaşarlar. Ancak Robert'a bu yetmemektedir. Robert, Francesca'ya onunla gelmeyi teklif eder. Francesca önce kabul eder, ama daha sonra bunu çocuklarına ve eşine yapamayacağını söyler ve vazgeçer. Ama Robert kararıını belki değiştirir diye bir kaç gün daha şehir de kalmaya karar verir.

Ancak çocuklar ve eşi eve geldikten sonra her şeye kaldığı yerden devam eder Francesca. Yaşadığı dört gün onun küçük sırırı olmaktan öteye gidemez.

Bence filmin en can alıcı noktası ise, kasabada Robert'la gözgöze gelmesi, ve daha sonra eşinin arabayı kullanırken ışıklarda arka arkaya gelmeleri ve Robert'ın o sırada Francesca'nın ona verdiği haçı okşaması ve Francesca'nın kapı kolunu tutmasına rağmen onu açıp açmamakta kararsız kalması....

Filmi izlerken insan kendini de sorgulamaya başlıyor. Bir kadın anne olunca yada evlenince onun hayatı sona mı eriyor? Tüm hayatı çocukları ve eşi mi oluyor? Evli bir kadının nereye kadar kendi hayatı olabiliyor? En önemlisi siz herşeyi geride bırakıp, dört günlük aşkınızla gider misiniz?

Bence bir kadının böyle bişey yapabilmesi için gerçekten çok çaresiz yada aptal olması gerekir. Çaresiz kalmak bazen insana gerçekten "aptalca" şeyler yaptırabiliyor. Dolayısıyla aslında çaresizlik ve aptallık belkide birbiriyle iç içe olan şeylerdir diyebiliriz.

Her şey bir yana Clint Eastwood gerçekten iyi bir oyuncu ve yönetmen. Aslında Clint Eastwood gibi bir adam gelip kapınızı çalsa, hangi kadın onu rededebilirki?:)

(Biterken Çalan: Pink Floyd - Comfortably Numb)

15 Şubat 2009 Pazar

Bruno Barbey - İtalyanlar




Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu, Magnum Photos’un dünyaca ünlü fotoğrafçılarından Bruno Barbey’nin 1960’lı yıllarda İtalya’da çektiği etkileyici fotoğraflara ev sahipliği yapacak. Geçen yıl, 68 Olayları’na tanıklık eden fotoğrafları ülkemizde sergilenen ve büyük ses getiren Barbey, bu kez de 50 fotoğraftan oluşan “İtalyanlar” serisiyle geliyor… Türkiye’de ilk kez sergilenecek fotoğraflar, 13 Şubat - 14 Mart 2009 tarihleri arasında Sermet Çifter Salonu’nda ziyaret edilebilir. Ayrıntılı bilgi için http://www.ykykultur.com.tr/sergi/?yer=Sermet-Cifter

(Biterken Çalan Şarkı: Düş Sokağı Sakinleri - Düşündeki Yolculuk)

6 Şubat 2009 Cuma

Çöpten Mesele




Yukarıda gördüğünüz çöpler hurdalıkda değil, sevgili ilim irfan yuvamız olması gereken, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin bahçe girişinde yer almaktadır. Bu çöpler tam 2.5 aydır artarak durmaya devam etmekte. Eski, paslı ve tetenoz yüklü tüm bu demir parçalarının bu kadar uzun süre durmasına inanamıyorum hem de bir üniversite bahçesinde.Bir zamanlar öğrenciler birbirine saldırmasın diye yemekhanesinde bıçak bulundurmayan, yine aynı sebepden kantin masa ve sandalyelerini kaldırıp bina içinde piknik masaları koyan zihniyet, bu çöpleri kaldırmayarak gerekli tüm mühimmatı öğrencilerine sunmaktadır. Kapıda girerken çanta araması ise gerçekten de traji-komiktir.

Sanırım ben mezun olana kadar bu okulda akıllıca yapılmış bişey göremiyeceğim.

(Biterken Çalan: The Smashing Pumpkins - Blank Page)

31 Ocak 2009 Cumartesi

Pandora'nın Kutusu

Son zamanlarda Türk sinemasında çok iyi filmler izlemek gerçekten beni mutlu ediyor. Tıpkı Pandora'nın Kutu'su gibi Türk Sineması'nın da Kutusu açıldıkça açılıyor. Sonbahar, Süt ve Üç Maymun'a baktığımızda kutuların içindekiler aslında hep aynı. Aile bireylerinin birbirine yabancılaşmaSsı, şehir insanı ile taşra insanı arasındaki uçurumun iyice açılması ve kapitalist sistemin insan ilişkilerine yansımaları gibi birbirinden farklı anlatımlı ancak benzer şeyleri göstermeye açlışan filmler bunlar.

Pandora'nın Kutusu, orta yaşlarına gelmiş ama hayatta hala başarılı olamamış, üç kardeşin bağları ve Alzheimer hastası anneleri Nusret (Tsilla Chelton) sebebiyle bir araya gelmeleri ve sonrasında olanlar anlatılıyor. Filmde, Nesrin (Derya Alabora)'nin özgürlük arayışı içinde olan oğlu Murat'ta (Onur Ünsal) filmde yer alıyor.

Nesrin en büyük kardeş. Dolayısıyla biraz dominant karakterli. Yetişkin olmalarına rağmen hala kadeşlerinin hayatına karışıp, onları eleştirebiliyor. Zaten bu tavrı yüzünden eşi kendisinden uzaklaşmış, oğluda evden kaçmıştır.

Güzin (Övül Avkıran), 40'lı yaşlarında anladığım kadarıyla gençlik yıllarında, kapitalizmi eleştirirken şimdi o sistemin içinde gazetecilik yapan, kendine güveni olmayan dolayısıyla sevgilisi onu ne zaman ararsa ozaman buluşan biri.

Mehmet (Osman Sonant) içlerinde en rahatı aslında o. Ancak kontrol ve düzen delisi Nesrin ve kendine ve kimseye güvenmeyen Güzin onun bu rahatlığını kabul edememektedir.

Yukarda bahsetmiş olduğum, şehir hayatının taşralıya, hatta kendi aile bireylerine karşı güvensizleştirmesi meselesini gereksiz uzatmalar olmadan, fazla ayrıntıya girmeden ama seyirciyide unutmayıp ipuçları vererek anlatmış Yeşim Ustaoğlu.

Tsilla Chelton, üzerine birşeyler söylemeden geçmek olmaz. Kendisi 90 yaşında ve sırf bu film için bu yaşında Türkçe öğrenmiş! Bir gazetede filmle ilgili okuduğum bir eleştiri yazısında, Tsilla Chelton'un Türkçesinin bozuk olduğu, bu yüzden filmde bu durumun dikkat dağıttığından bahsediliyordu. Ancak ben aksini düşünüyorum. Kesinlikle çok iyi konuşuyor ve hatta bozuk türkçesi ona Karadenizli havasını daha çok veriyor.

Umarım bu kışı böyle iyi filmler izleyerek geçiririm. ( bu arada filmi 15 dakka boyunca sesiz izliyip, ingilizce alt yazıyı okutarak, ingilizcemizi geliştiren makiniste burdan teşekkür ederim. Daha sonra bizi aslında başı boş bırakmış kendisi. Bunuda "Siz ne zamandır bu şekilde izliyorsunuz?" sorusundan anladık. Daha sonra filmi 25 dakkika kadar geri alarak filminin baş kısmını beynimize kazıdığı için kendisine tekrar teşekkür ederim :))

(Biterken Çalan: Supertramp - Breakfast In America)

19 Ocak 2009 Pazartesi

15 Ocak 2009 Perşembe

Öğrenci Odaklı Mı, Yoksa Ben(cil) Odaklı Eğitim Mi?

Bir insan sizce neden üniversiteye gider? Profesyonelliğe adım atmak, bilimsel araştırmalar yapmak, sürü psikolojisi ya da ortam yapmak için:) Ben son sınıf olduğum halde neden girdiği mi hala bilmiyorum. Üstelikte kimsenin gitmek istemediği, össnin son tercihlerinde yer alan, Türkiye'de halan oturtulamamış bir bölümde okuyorum. Bilgi ve Belge Yönetimi.... Sürekli kendimizi ifade etmek zorunda olduğumuz bir bölüm ne yazık ki. Artık insanlar sormadan ben dört yıllık diyorum:)

Bilmeyenler için kısaca açıklamak gerekirse, eskiden Kütüphanecilik, Arşivcilik ve Dokümantasyon olarak üç ayrı bölümken, dünya standartlarını yakalamak için,(!?) 2000 yılında (sanırım) bu üç bölüm birleştirilmiş ve Bilgi Belge ismini almıştır(bizde cisme değil isme bakıldığı için sanki isim değişince içeriği de değişmiş oldu) Bu arada bu yıldan sonra bölümü tekrar Arşiv ve Bilgi Teknolojileri anabilim dallarına ayıracaklar. Madem ayıracaktınız, neden birleştirdiniz sorusu her aklı başında olan insanın düşünebileceği bir soru. Ben de düşündüm. Ancak mantıklı bir açıklama bulamadım, kulağıma gelen sadece dedikoduydu.

Ayırıp birleştirilmeleri gerçekten bu saatten sonra hiç umrumda değil! Ancak final döneminin yaklaştığı şu zamanlarda, geçen bu 3.5 senenin kendimce değerlendirmesini yapmaya başladım. Bu okulda, bu bölümde okumak bana ne kazandırdı? Hocaların bana bir yararı oldu mu, en önemlisi öğrenci odaklı mı yoksa sırf kendi ünvanlarını çoğaltıp kendilerini mi tatmin ettiler?

Konuyu biraz açarsam eğer; bana göre üniversitede akademik kariyer yapmak isteyen bir kişinin öncelikle tercihini ya öğrenciden yana, ya da kendinden yana kullanmalıdır. Bunu baştan belirlemediği zaman, 110 kişilik bir sınıfın, ödevleride doğru düzgün okunmaz, verilen ödevinde nerde olduğunu bulamaz, derse konferansdı, seçimdi gibi sebeplerden dolayı ders işlenmez ama nedense yoklama alınır, çünkü eşşek gibi gelmişinizidir sabahın köründe, sonra konular yetişmez ve öğrenci derste anlatılmayan konuların fotokopilerini ayrı ayrı fotokopicilerden toparlamaya çalışır.(Uzun cümle oldu farkettim) Dolayısıyla okuldan mezun olmuş profesyonel hayata atılacak insanlar değil, "yığınlar" mezun olur.

Daha bitmedi diğer bir konu da, bizim her yıl yapmış olduğumuz bir aylık zorunlu kütüphane stajlarımız. Bu yıl son senemiz ve "rektör paşa" öğrencilerin artık devamsızlıktan bırakılabileceğini emretmiş ve bu arada bizim yarı yıl tatilde yaptığımız stajlarımız bir anda ilk döneme sıkıştırıldı ve bizim haftada sadece bir günümüz boştu! Bir dönem içersine sıkıştırılmasının sebebi de, bir hocamızın yurtdışına eğitime gitmesi ve ders programındaki kredi boşluğu. Şimdii! Ben bu hocamın yurtdışına gideceğini taaa mayıs ayından beri biliyorum. Diğer hocalar sanki bunu bilmiyorlar mıyıdı? Neden ona göre ders programı ayarlanmadı? Neden kendilerini kurtarmak ve üzerlerine ders almamak için bizleri sıkıştırdılar? İşte tüm bunlar yukarıda bahsetmiş olduğum "ben odaklı eğitim" in sonuçları ve madur olan öğrenciler.

Rektör kararı üzerine de bir kaç laf söylemeden geçemiyeceğim. Üniversitede okuyan her öğrenci ailesinin yanında yaşıyor demek değildir, ya da ailesinin ona bakıyor olmasıda mümkün olamıyor olabilir. Yani hem çalışması hem de okuması gerekebilir. Burslarında zaten kimlere gittiği belli. Bu insanlar devam zorunluğu gibi bir durum varken bunu nasıl gerçekleştirecekeler? Ben bu konuda hocama yakınırken, o da bana "öğrenci derse gelmeyip kahveye gidiyor" dedi. Kurallar kahveye gidenleri düşünmek için mi konuyor yani ya gerçekten paraya ihtiyacı olanlar ne olacak. Sınavlar zaten derse gelenlerle gelemeyenleri ayırt etmek için yok mu?

Finaller öncesi çok taktım bu konulara. Final öncesi olmasınında sebebi, son bir haftadır yukarıdaki sebeplerden dolayı, mezun olamamanın direğinden dönmüş olmam:) Artık çok umrumda da değil zaten. Bu işsizlite öğrenci olmak en iyisi aslında:)

(Biterken çalan: Tool - Right In Two)

9 Ocak 2009 Cuma

SÜT


Dün Semih Kaplanoğlu'nun son filmi olan "Süt"ü izledim. Filmi anlatmadan önce bişeyden bahsetmek istiyorum. Malum dün perşembeydi ve gencturcell anlatlaşmalı Kadıköy Sineması'na gittik. Kadıköy Sineması'n da perşembe günleri aynı zamanda halk günüymüş ve öğrenci bileti üzerinden bilet kesildi bize üstelikte 19.15 matinesine! Kısaca 2 kişi 8 TL ye film izledik. Taksim'deki Alkazar Sineması tam bilet üzerinden bilet kesmişti ve gençturcell üyelerine halk günü indirimi uygulamadığını belirtmişti. Üstelikte KadıKöy Sineması gerçekten iyi bir salona sahip. Tabi klimaları açtıklarında:)

Filme gelirsek, ben "Yumurta" yı izlemedim dolayısıyla kıyaslama yapamayacağım bu konuda. Film, Tire'de annesiyle beraber yaşayan ve şair olma hayalleri kuran Yusuf'un (Bu arada iki hafta üstüste Yusuf isimli karakterler izledim. Kaybedenlerin adı hep Yusuf mu olur?) hayatını anlatıyor. Yusuf hem taşra yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor, hem de ondan uzaklaşmaya. Uzaklaşma aracı olarakta şairlerin resimlerinin asılı olduğu odasına kapanıp, şiirlerini yazıyor.

Üniversiteyi kazanamadığı için askere çağrılıyor ancak bu da gerçekleşmiyor. Bu arada annesinin tren istasyonunda çalışan adamla ilişkisi olduğunu öğreniyor ancak bu durum ondan saklanıyor.

Filmi oldukça yavaş tempoda ilerliyor. Zaman zaman sıkıldığım oldu görsellik olarak çok fazla bir şey beklenmemli diye düşünüyorum.Bu arada filmde kitapçıda bir kızla tanışıyor Yusuf. Onunla daha sonra buluşmak üzere randevulaşıyorlar ancak bu olay gerçekleşiyor mu gerçekleşmiyor mu anlamadım. Olay orada yarım kaldı. Acaba, "Yumurta" filminde kız arkadaşı olan kişi mi diye düşündüm. Saadet Işıl Atasoy, "Yumurta" filminde başka birini canladırıyormuş. Biraz olay havada kaldı gibi geldi bana.

Son olarak filmle ilgili eleştiri ve yazılara bakarken aşağıdaki açıklama hoşuma gitti. (Uğur Vardan'nın Radikal'deki yazısından alıntıdır.)

"Öte yandan ‘Süt’, Kaplanoğlu’nun çeşitli söyleşilerinde vurguladığı gibi Tanzimat’tan bu yana kafası karışık aydın prototipinin orta yaşlılığından ergenliğine bizi taşırken, bu kafa karışmasının sosyolojik verilerini, bu hikâye etrafında bize sunma ve bir taşra delikanlısı üzerinden, yeniden tartışma ve sorgulama fırsatı doğuruyor. Ama bu zihinsel karmaşaya ‘Yumurta’ ya da ‘Süt’ ne derece derman olabilir, işte orası muamma. Çünkü, tıpkı Yusuf’un kendi dönemdaşlarıyla yaşadığı uyumsuzluklar gibi, günümüzün ‘erişkin’ Yusufları da, başka dertler ve tasalarla örülü bir hayatın (ya da Türkiye gündeminin) içinde, alabildiğine yalnızlar ve sığınacakları bir ana kucağı bile yok."

(Biterken Çalan: PJ Harvey - Kick It On The Ground)

2 Ocak 2009 Cuma

Sonbahar


En sonunda ben de Sonbahar filmini izledim. Yılbaşından sonraki gün olsada, yeni yılana nasıl girersen öyle olur mantığıyla bakarsak olaya, sanırım pek iyi bir sene beklemiyor beni.

Sonbahar, son zamanlarda izlediğim politik filmlerin içinde en sessiz en sankini. Ancak bundan ajitasyon yüklü bir film olarak düşünmeyin. Bu filmin bir derdi var, Özcan Alper'in bir derdi var. Ancak bu derdini yüzümüze çarpa çarpa değil, etkili ve lirik bir şekilde sunuyor.

Filmdeki Yusuf karakteri, "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında, direnen ancak ciğerlerinide kaybeden siyasi bir suçludur. Daha sonra kendisi cezaevinden çıkar ve annesinin yanına Hopa'ya geri döner.

Yusuf'un annesiyle "Hemşince" konuşması hoşuma gitti doğrusu. Bu bile filmin yok edilmek istenen diller ve kültürler üzerine bir derdi olduğunu gösteriyor. Bu arada Hopa müthiş bir yer. Her görüntü kartpostal gibi. Gerçekten hayran kaldım. Yusuf'un evinin önüdeki tahta bankta yatması ve sonrasında sabahları müthiş bir manzara karşında uyanması çok hoşuma gitti. Ancak dağlardaki temiz hava bile onun kaybolan ciğerlerini iyileştiremedi. Çünkü hapishanede uzun süre kalması ve en son yaşananlar onun ciğerinden daha çok aklını ve duygularını elinden almıştı.

Filmde, "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında çekilen gerçek görütülerede yer veriliyor. Ancak çok fazla değil. Bu şekilde olması da filmi belgesel gibi yapmamış.

Hopa'da tanıştığı fahişe Elka'yla yaşadığı kısa süreli aşksa ne yazıkki yarım kalıyor. Aslında Yusuf ona derdini anlatıyor ancak Elka hakkında pek birşey öğrenemiyoruz. Belkide bilindik fahişe hikayedir diye mi üzerine düşülmemiştir?

Filmin ödül alıp almaması benim için önemli olmadı hiç bir zaman. Ben zaten gitmeyi başından beri istiyordum. Sessiz, sakin ama bir o kadar da etkili olan "Sonbahar" ı izlemenizi tavsiye ederim.