30 Aralık 2008 Salı

Amin Maalouf


Bana göre kitap okumayı sevmeyen birini bile kitap kurdu yapabilecek bir yazar Amin Maalouf. Ve yine bana göre bir insan, hayatında bir kere de olsa onun kitabı okumalı. Onun gerçekten yazı tarzı, seçtiği konular çok başka. Üstelikte Türk okuyucusunu da ilgilendiren pek çok öğe yer alıyor.

Amin Maalouf'u bilmeyenler için kısa bir bilgi vermek gerekirse:

Kendisi 1949 yılında Lübnan'da doğmuş. Ekonomi ve toplum bilimi okumuş. Gazetecilik yapmış ve kendisi uzun süreden beri Paris'de yaşıyor. Özellikle orta doğu ve akdenizi tarihi açıdan iyi bildiğinden ve tabiki de kendisi de o kültürde yaşamış olduğundan romanlarına bunu çok iyi yansıtabiliyor.

Ben ilk olarak kendisini "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri" kitabıyla tanıdım kendisini. Bence kitabın ismi bile insanın ilgilisini çekmeye yetiyor. Okulda, Haçlı Seferleri'nin Hıristiyanlığı yayma ve doğunun zenginlerini elde etmek adına yapıldığını öğrenmişizdir. Haçlıların ortalığı yakıp yıktığından, barbarlıklarından ve müslümanlara (özellikle Araplara) zarar verdiğinden bahsedilmiştir. Peki bu durumu Arapların (daha doğrusu bir Arab'ın) gözüyle görmeye ne dersiniz?

Bazı Arap liderlerinin, hakimiyetlerini kaybetmemek adına Haçlılara karşı nasıl taviz verdiklerini, hatta iki ayrı hükümdarlığa sahip olan iki kardeşin birbirine düşmesi ve birinin bunu hayatıyla ödemesi ve Haşşaşinler....

Tabi Amin Maalouf, bu bilgileri verirken, tarih dersi verir gibi değil hikaye tadında anlatmış.

Bir diğer kitabı ise Semerkant... El yazması bir Rubaiyat'ın öyküsünü anlatıyor. Rubaiyat peki kime ait dersiniz? Ömer Hayyama ait! Ömer Hayyım'ın hayatı, Rubaiyat'ın yazılması ve yolcuğunu içeriyor. Ömer Hayyam'ı bana tanıtan kitaptır. Şiddetle tavsiye edilir(bu lafa da sinir olurum şiddet ne zamandan beri tavsiye etme yönetmi oldu? e nie kullandın diyebilirsiniz. blog benim blogum :)

Şimdi de en son okuduğum kitabından bahsetmek istiyorum. Doğunun Limanlar... Kitap, İsyan adlı kişinin hayat öyküsünü anlatıyor. İsyan'nın babası Kitabdar, Osmanlı Devleti döneminde Adana'da yaşamaktadır. Ve orada çoçukluğundan beri en iyi arkadaşı olan Nubar'la hiç ayrılmamışlardır. Ta ki meşhur Ermeni olayları patlak verene kadar. Sonra ikisi bir şekilde tekrar buluşurlar ve Lübnan'da yaşamaya başlalar. Bu arada Kitabdar, Nubar'ın kızıyla evlenir ve İsyan doğar. Kitabdar oğlu İsyan'ın ne doktor, ne mühendis olmasını istemiş. Onun hep devrimci olmasını istemiş ve bu konuda onu teşvik etmiş. Ancak o doktor olmayı seçmiş ama buna rağmen kendini Fransa'daki devrimci hareketten uzak tutamamış...

Sanırım bundan sonrasını yazmamalıyım. Ancak kendimce yapmaya çalıştığım giriş kısmıyla biraz merak uyandımış olmayı umarım. Şiddetle tavsiye edilir:)

(Biterken Çalan: PJ Harvey - Grow Grow Grow)

25 Aralık 2008 Perşembe

Baş Ucu Albümü #1 Yes - Close To The Edge

Progressive rock'ın bana göre en başarılı gruplarından biri Yes. Özellikle Close To The Edge albümü dinledikçe yeni şeyler bulabiliceğiniz, oldukça uzun şarkılara sahip bir albüm. (topu topu 3 şarkı var) Şarkı sözlerini anlamakta güçlük çekseniz de, müziğin temposunun inip çıkması, özellikle klavyenin sesi sizi gerçekten etkileyecektir. Güzeldir, tavsiye edilir. Daha fazla bilgi ve müzikleri için (Yes)

19 Aralık 2008 Cuma

Tarih Boyunca Mülteciler


Geçen gün tesadüfen Taksim'deki Alkazar Sineması'nda 11. İstanbul Uluslararası Sinema-Tarih Buluşması ( 19 - 25 Aralık 2008) adlı film festivali olduğunu gördüm. Üstelikte biletler 2YTL! Fransız Kültür Merkezi'ndeki filmler ise ücretsiz. Filmler, Dünya Festivallerindenı, Mülteciler, İnsan Hakları, Ödüllü Filmler ve Sinemada Yeni Keşfedilenler olarak 5 kategoriye ayrılmış. Festival kitapçığı 2YTL, program broşürü ables. Alkazar'dan ya da Fransız Kültür'den edinebilirsiniz. Ayrıntılar : http://sinematarih.tursak.org.tr/

16 Aralık 2008 Salı

Fotoğraflarla '68 Almanyası



Uzun zamandır haftasonlarım boş geçmiyor. Gitmek istediğin sergiler oluyor hafta içide müsait olamıyordum. Pazar günü boş günümdü ve arkadaşımla düştük Santralistanbul yollarına. Taksim'den belli saatlerden servis kalkmasına rağmen biz gene de Eminönü'nden otobüsle geçmeyi tercih ettik.

Daha önceden bir kere daha gitmiştim. Bahçesi ve Enerji Müzesi dahil hayran kalmıştım ve fotoğraf makinemi götürmediğim için çok pişman olmuştum.Bu sefer tedbirli davrandım ve makinemi getirdim.

Sergi Erika Sulzer-Kleinemeier'ın 68 Kuşağı:Almanya ile Michael Ruetz'in Huzursuz Bahar adlı fotoğraf sergileri vardı. Fotoğraf işinde çok yeni olduğum için çok fazla fotoğrafçı ne yazık ki tanımıyorum. Sergiye giderken de çok fazla fikrim yoktu. Bu her yıl nedense(!?) her yer 1968 yılına takılmış durumda. Bende konu 68 olunca gitmeye karar verdim.

Erika Sulzer-Kleinemeier, 68 yılında Almanya'da gelişen olayları fotoğraflamış. Özellikle de kadın hareketleri ve kadın eylemciler üzerine yapmış olduğu fotoğraflar çok hoşuma gitti.

Michael Ruetz'in "Huzursuz Bahar" sergisi yine 68 konulu. Ancak Michael Ruetz, sadece Almaya'daki eylemleri değil, Avrupa hatta (özellikle Yunanistan) ve Amerika'da çekmiş olduğu pek çok fotoğraf yer alıyor.

Sergiyi gezdikten sonra kendimce şu kanıya vardım: belgesel fotoğrafı çeken bir fotoğrafçının dünyadaki ve ülkesindeki gelişmeleri çok ciddi bir şekilde akip etmesi gerekiyor. Her an her yerde olmak tabikide mümkün değil. Ama dünya ve kendi ülkemiz için milli hafıza oluşturması açısından gerçekten önemli bir misyona sahip belgesel türü fotoğraf çekenler. Ben kendimce bir takvim oluşturmayı düşündüm. Türkiye'de (yurtdışı şimdilik imkansız gözüküyor)ya da (imkanlar dahilinde düşünürsek) İstanbul'da yıl içinde pek çok etkinlik ve eylemler gerçekleşiyor. Bir takvim oluşturup en azıdan kendi fotoğraf arşivimi oluşturabilirim. Zaman, işe koyulma zamanı artık!

(Biterken Çalan: R.E.M - Imitation Of Life)

14 Aralık 2008 Pazar

Gökçeada Fotoğrafları

Feribottan adanın görünüşü













Kaleköy













Kaleköy



















Kaleköye adını veren kalenin parçası













Zeytinliköy













Zeytinliköy













Zeytinliköy













Zeytinliköy'de bir kilise ve Rum teyze













Orhan Karatay'ın Kahvesi.Duvarda aslı kağıtlar, burayı ziyarete gelen misafirlerin kendi düşüncelerini yazdıkları küçük notlar. Orhan Karatay, bu notları 1989'dan beri biriktiriyormuş













Resimlerde Orhan Karatay'a ait. (Zeytinliköy)













Düşünceli baba (Kaleköy)













Gökçeada'da yarımay

12 Aralık 2008 Cuma

Komşuda Neler Oluyor?


Son günlerde Yunanistan'da olup bitenler beni gerçektende heyecanlandırıyor. Lise çağındaki gençlerin bile polisin davranışlarına ve sağ hükümetin yaratmış olduğu ekonomik bunalıma karşı koyması bence müthiş birşey. Türkiye'deki gençlerin politikaya olan ilgisiziliği düşünülünce hayran olmamak elde değil.

Ben 87'li doğumluyum. Ben orta okuldayken matematik hocamız bize "sizler kötünün iyisisiniz derdi. Alt sınıflarla ders yapmaktan hiç keyif alamadığından ve okumaya ilgisizliklerinden yakınırdı. Ben lise sona geldi. Benzer şeyi felsefe hocamda söylemişti. Bu işi yapmaktan artık hiç keyif almadığından o da yakınıyordu. Üniversiteye geldim, benzer durumlardan bu sefer ben yakınmaya başladım. Abimle aramda dört yaş olmasına rağmen neden bu kadar farklıyız? Ya da diğer 80'li yılların başında doğanlarla? Evet pek çok yönden tartışılabilecek bir konu bu. 12 Eylül darbesinde yara almayan aile ya da yakını olmayan birileri yoktur eminim. Bu durum bir takım ailelerin çocuklarını politikadan uzak tutmasına neden olmuş olabilir( aslında durum bundan ibaret)

Aslında ekonomi ve demokrasi yönünden Yunanistan'dan çok daha kötü bir durumda olmasına rağmen biz gençler olarak neden sokaklara dökülmüyoruz ya da birlik olamıyoruz? Bunun en önemli sebebi bence korkak yetiştirilmemiz, sorgulamanın soru sormanın ayıp, politikanın ise uzak durulması gereken birşeymiş gibi gösterilmesi ve günü kurtarmalık(tembel) yetiştirilmemizdir.

Yine Yunanistan'da olanlara geri dönersek, şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Polisin yapmış olduğu şey korkunç bir olay. Aynı zamanda farklı sol görüşlere sahip olmalarına rağmen insanların bu olaya tepki göstermesi örnek alınması gereken bir durum. Ancak işin vandalizm boyutunda seyrediyor olması bana hiç doğru gelmiyor. Üstelikte bu hükümetin eline koz vermekten başka bir işe yaramayıp, yapılan eylemlerinde üzerine gölge düşürüyor.

Yunanistan'da olan bitenleri bence sizlerde takip edin. Çünkü ders çıkarılması gereken pek çok şey var.

Konuyla İlgili Haberler

Bir Genç Ölüdürüldü: Yunan Kentleri Öfke Patlaması Yaşadı

Yunanistan'da Sokakları Dolduranlar Kim?


(Biterken Çalan:Judas Priest - Breaking The Law)

5 Aralık 2008 Cuma

Yine Düştük Yollara

Sonunda sevgili okulumun vizeleri sonlandı bugün. İki hafta önce yaşadığım stresin zerresi yok şu an. Hafiflemiş hissediyor insan. ( kafiye yapim dedim. keyfim yerinde ya:) Bayram tatilinin bir kısmını gene Gökçeada'da geçiricem. Bu son gidişim olucak. Umarım bu sefer ada beni biraz daha sıcak karşılar. Geçen sefer donmuştum.

Herkes umarım iyi bir bayram geçirir. (Trafik canavarından ve sevgili kurbanlardan uzak durmanızı dilerim)

Hoşçakalın...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Kafaya İnen Cobun Düşündürdükleri














Bazen gerçekten bu ülkede olanlara katlanamıyorum. Bir tarafım yum gözünü, bir yolunu bul git buralardan diyor, diğer yanımda çocuk değilsin yüzleş gerçeklerle ve savaş diyor. Zaten karar verme mekanizması oldukça yavaş olan biri olarak sadece durup izleyebiliyorum olanları.

İki gün önce beni çok üzen ve düşündüren bir olay yaşadım. Dışarıdan herkesin hayran kaldığı bilimsel her türlü tartışmanın yapıl(ama)dığı ve öğrencilerine ultra güvenlik(!) sunan bir kışlada... pardon üniversite de okumaktayım Onun bir de adı var tabi... İstanbul Üniversitesi.

Duvarlarında kurşun izlerinin hala durduğu sevgili okulumun Hergele Meydanı'ında otururken bir grup polis içeri daldı. Gelmelerinin sebebi de Penguen dergisinde daha önceden yayınlanmış olan Tayyip karikatürlerinin okul gazetesi köşesine asılmasıydı. Polisler ve okul görevlileri önce öğrencilerle konuştular(tabi konuşma şeklini tahmin edersiniz) Daha sonra polisler tek tek afişleri sökmeye başladılar. O arada tabi buna engeller olmak isteyen öğrencilere polisler coplarla saldırmaya başladılar. Hergele Meydan'nında olan bizlerde olayı izlemekten başka bişey yapamadık ancak her şey bitip öğrencileri bırkatıktan sonra sadece yuhalandılar. Daha sonra polisler alkışlarla!? okuldan çıktılar. Ertesi gün yine aynı resimler asıldı ve gene polisler geldiler. Bu sefer ne yazıkki bir öğrenci başı kanayacak şekilde yaralandı. Polisler işlerini halleddip okulu terk ettiler. Bu gün okula gitmedim ama bugünde aynı şeylerin yaşandığından eminim.

Bazen düşünüyorum da, bir polis eve gittiği zaman eşine ve çocuklarına bir iş günü hakkında neler söylüyordur? Ben bugün öğrenci dövdüm bu kadar kan fışkırdı gibisinden muhabbet mi ediyorlar? Bir insan neden polis memuru olmak ister? Silahın verdiği güçle kendini daha mı erkek zanneder? Ya da ilerde derin devlette ben de yer alabilirim falan gibi düşüncelerimi var? (ki son olaylara baktığımızda artık bir gün hepimiz derin devlet olacağız diyebiliriz)Parasal sebelerden olduğunu hiç sanmıyorum. İşe yeni başlayan bir polis memuru Temmuz 2008 itibari ile ayda 1.397 ytl kazanmaktadır. Başlangıç için (ne yazık ki.bunu dememin sebebi aza tamah etme duygusuyla yetiştirilmemiz.)iyi gözükebilir ama polislerin genellikle çalışma saatleri belirsizdir. 12 saat uzun ve yoğun tempoları vardır. Ama tüm bunların yanında inanılmaz geniş yetkilere sahiptirler. Birbirlerini koruyup kollama, kanunları çiğneyip inkar etme, insanları dinleme, fişleme, gizli kalması gereken bilgilerden haberdar olma gibi bizim gibi zavallı sıradan insanlardan üstün bir hayat sürmektedirler.


Aslında bakıldığında polis memurlarıda bir nevi emekçidir. Onları emekçi karşıtı yapan şey ise şişirilmiş egolarıdır. Onları şişiren şey ise üst amileridir. Amirlerin onları şişirmesinin sebebi ise (biraz aradakileri çıkarttıktan sonra varılan) devlettir. Bir devletin halkını nasıl gördüğüne, polisin davranışından anlayabilirisiniz. Çünkü polis halkın güvenliğinden çok devletin itibar ve güvenliğini korumaya yarar. Polis ne yazık ki devletin görünmez elidir. Bu hep böyle olmuştur. Bakın 70'lere, 80 ihtilali sonrasına, "farklı görüşe" ait gazete sattığı için göz altında ölen Engin Ceber'e, Sivas'ta ölen alevilere ve dün kafasına cop yiyen öğrenciye, daha aklıma gelmeyen binlerce olay ve sonrasında olacaklar...

Tüm bu şeyleri düşünmeme sebep olan okulda 2 gün üst üste yaşadığım olaydır. Sonrasında arkadaşımla yapmış olduğum sağlık sistemi üzerine yapılmış tartışmaya ise şu an hiç girmiyim, kalbim dayanmaz. Önce bunları hazmetmem lazım...

Bu arada yukarıdaki resmi Polis Devleti adlı blog sitesinden arakladım. Oraya da biraz takılın derim.

(Biterken Çalan: Strawbs - Benedictus)

6 Kasım 2008 Perşembe

Bir Rüya Gördüm Sanki




Rüyalar bazen gerçekten de sinir bozucu olabiliyor. Siz "ben unuttum gitti" desenizde beynin artık neresin de sıkışıp kaldıysa bir anda rüyayla ortaya çıkabiliyor. İşte dün akşam ( ya da sabah sanki rüyayı akşam görüyomuş gibi geliyo insana ama aslında sabaha karşı görüyoruz) benim de başıma böyle bişey geldi. Hiç de görmek istemediğim birini gördüm rüyamda ve şimdi bütün bir gün kafamda "napıyo acaba?" düşüncesiyle dolaştım, daldım gittim. İçimde katlanarak büyüyen bir nefret ve beraberinde merak duygusu var şu an. Çünkü rüyamda ona hissettiklerimin aksi bir duyguyla davranıyordum ve bu gerçekten sinir bozucu.

Hafıza, beyin, us gerçekten ilginç şeyler. Hisslerimiz gerçeten bizi yanıltıyor. Unuttum demek gitti demek hislere dayanılarak söylenen birşeymiş meğer. Bazen aşırı mantığa dayalı yaşıyan biri olarak, sanırım halen mantıkla hisleri dengede tutamıyoarum. Tabi dengede tutamayınca ya rüyamızda ya da götümüzde patlıyor bazı şeyler. Bu aralar sanırım biraz dikkat etmem lazım. (Dimi ya olmaz böyle)

(Biterken Çalan : Jeff Buckley - Lilac Wine)

28 Ekim 2008 Salı

Blog Yasağı


Bir kaç gündür süren blog yasağı hakkında bir kaç şey söylemeyi ben de çok istiyorum. Ama akan gözlerim, tıkanık burnum ve kuru öksürüğüm pc başına geçmemi engelliyor.

Kısaca şunu söylemek isiyorum; lütfen kafasını kuma gömen ama kıçı açıkta kalan deve kuşu gibi davranmayın. Tüm blogların erişime engellenmesi başka tür yollarla erişilemeyeceği anlamına gelmiyor. Gerçi YouTube'la erişim engellemeleri konusunda baya bir deneyim kazanmışlardır. (Tabi burada tüm dünyaya rezil olduk)

Eskiden istenilmeyen düşünceleri yok etmek için ya düşünce sahibi insan öldürülürdü yada düşünceyi barındıran kitap yakılırdı. Tartışmalar, fikirler internet ortamında kolayca yayılmaya başlayınca, bizimkilerin ödü koptu tabi. Sanki kendi fikirlerine sahip insanlarda blogları aracılıyla insanlara ulaşmıyorlar.

Bizim gibi demokrasiyi "neresinden tutması gerektiğini" bilmeyenleri daha çok yasaklar bekler. Sevgili blog yazarları, çok tehlikeli bir iş yapıyormuşuz bunu anladım.

http://www.sansuresansur.org/main.asp

(Biterken çalan: Fikret Kızılok - Zaman Zaman)

16 Ekim 2008 Perşembe

FilmEkimi

Dört yıldır takip ettiğim FilmEkimi beni bu yıl hayal kırıklığına uğrattı. Festival dışında sinemaya gitmeyi sevmeyen birisi olarak (nedenleri, pahalı olması ve para vermeye deymicek filmlerin olması) FilmEkimi ve İstanbul Film Festivali gibi etkinlikler benim için önem arzediyor.

Nerdeyse 4 yıldır (öncesini bilemeyeceğim) kendi çapımda yapmış olduğum gözlemler sonucu her yıl belli konulara ağırlık veriliyordu. İki yıl önce seks, uyuşturucu ve eşcinsellik gibi konular ağırlıktayken, geçen sene ergenlik bunalımları üzerineydi. Bu yıl ise karma karışık bir liste vardı. Açıkçası film açıklamarı hiç yeterli değil. Gittiğim 6 filmden beni yanıltanlar oldu.(olumlu ve olumsuz olarak)

Filmlere gelirsek;

Standard Operating Procedure

Irak Savaşı sırasında Ebu Garip hapishanesinde çekilen iğrenç fotoğrafların nasıl çekildiği, olayın nasıl patlak verdiği üzerine bir belgesel. Filmde zaman zaman canladırmalardan yararlanılmış. Bazı konularda bu canladırmalar gerçekten işe yarıyor ve konuyu daha çarpıcı kılıyor(olay başlı başına çarpıcı aslında. sinemada çarpıla çarpıla bir hal oldum zaten. Bittikten sonra kaskatı kalmışım) Olayları, orda askerlik yapmış olan er ve subayların ağzından dinleniyor. Hiç biri de yaptıkları şeyden pişmanlık duymuyorlar. Hepsi başlarındaki adamı suçluyor. O da en fazla cezayı almış.Sadece 7 yıl!! İşkence yaptıkları insanların hayatını (çoğu masum siviller) mahvetmelerinin, çırılçıplak soyup, gülümseyerek zafer işaretiyle poz vermelerinin bedeli 7 yıl!!. Diğer erler ise 2 yıl veya daha az bir zaman hapis yatmışlar. Erlerin hiç biri doğru düzgün eğitim almamış ve sorgulama yöntemlerinden habersizler. Zaten savaşın bu kadar uzun sürmesinin sebebide deneyimsiz askerlerin olması. Bu tarz film ve belgeseleri ileriki zamanlarda oldukça izleyeceğiz. Vietnam'da olduğu gibi bunalıma giren psikopat bir nesil yetişiyor Amerika'da. Amerika böyle sağa sola saldırdığı sürece daha çoook savaş sonrası bunalım filmleri çekilir.

Daima Mutlu

Belgesel'den sonra bu filmi izlemek, gerilen kaslarıma ve darma duman olan aklıma gerçekten iyi geldi. Film İngiltere'de ana sınıfı öğretmenliği yapan, "daima mutlu" olan Poppy'nin hayatı hakkındadır. Poppy, sürekli gülen, kendisiyle alay edebilen mutlu biridir. Bir gün ehliyet almak için direksiyon kursuna başvurur. Direksiyon hocası Poppy'nin aksine asık suratlı, kuralcı, hata yapmaktan korkan biridir. Poppy'nin rahat ve alaycı tavrı Scott'u rahatsız eder. Ama Scott'un içten içe onu sevdiğini filmin sonuna doğru anlıyoruz. Ben öyle sevgi görmedim yaa neyse:)

Buarada filmin en komik anı, flamenko hocası olan kadındı. Bence bir yerde bir şekilde elde edin bu filmi. O kadın anlatılmaz izlenir:)

Eve Dönüş

Söylenicek pek bişey yok. Son derece absürd, gereksiz, içinde çok fazla anlam yükeyeceğiniz ya da sonuç çıkartabileceğiniz hiç bir şeyin olmadığı bir filmdi. Beğenmedim, tavsiye edilmez.

Rüya

Güney Kore'lileri seviyorum. Şimdiye kadar izleyipte beğenmediğim Kore filmi yoktur(Serseri Bulut da dahil!!). Neyi nerde, ne kadar kullanacaklarını gerçekten biliyorlar. Benim gibi gerçekçi öğeleri barındıran filmleri izlemeyi seven birini bile Korelilerin yaptığı filmler alıp götürüyor.

Rüya bu yıl film ekiminde beni hayal kırıklığına uğratmayan tek film oldu. Konusuna gelince; film Jin'nin rüyasında trafik kazası yapmasıyla başlıyor. Ancak o kadar gerçek bir rüyaki kendisi şüpheye düşüyor.Arabasıyla rüyasında gördüğü yere gidiyor ve gerçekten bir trafik kazası olduğunu fark ediyor. Ama polisler çarpanın kendisi olmadığını söylüyorlar. Hatta kamera görüntülerinde başka bir araba ve arabada bir kadının olduğu görülüyor. Sonradan anlaşılıyorki Jin rüya gördüğünde Ran, Jin'in rüyada yaptıklarını yapmaktadır. Aralarında zamanla aşk doğuyor ancak, Jin rüyasında eski sevgilisini görüdüğü zaman, Ran'da nefret ettiği eski sevgilisini görüyor. Biri sevgilisine dönmek isterken, öbürü istemiyor. Ama Jin rüya gördükçe bu döngü devam ediyor ve Jin uyumamaya çalıyor. Uyanık tutmak için kendini kesip biçmeye başlıyor!

Bence bu filmi mutlaka izlemeye çalışın. Vizyona giricektir kesin. Kaçırmayın derim.

Lorna'nın Sessizliği

Lorna, Belçika vatandaşı olmak için uyuşturucu bağımlısı olan Claudy'le evlenmiştir. Kendisi gibi Arnavut olan sevgilisiyle beraber Belçika'da bir kafe açma hayalleri vardır. Daha sonra Belçika vatandaşı olan Rus bir adamla evlenecektir. Ancak Lorna kafayı yer ve hamile olduğunu zannetmeye başlar. Film Cannes Film Festivali'nde Altan Palmiye ödülü almasına rağmen (ki bu sebepten merak ettim bende) film Lorna hakkında yeterince bilgi vermiyor. Biz izlemeden olmuş zaten olaylar. Bence Lorna'nın keşke yaşadığı evlilik üzerine olsaymış daha iyi olurmuş. Filmin sonu çok aptal bir şekilde bitiyor ve kaybettiğiniz 1.5 saati acaba nasıl değerlendirseymişim diye düşünüyorsunuz.

Chelsea'de Rock

Pek çok rock şarkıcısına, yazarlara, şairlere, sanatçılara ilham vermiş bir "sanat oteli" Hotel Chelsea... Özellikle Leonard Cohen, Janis Joplin, Patti Smith, Tom Waits ve Bob Dylan gibi şarkıcıların burada kaldıkları zaman yazmış oldukları şarkıları dinlediğinizde gerçekten bu yerin önemini daha iyi anlıyorsunuz. Leonard Cohen'nin yazmış olduğu "Chelsea Hotel No:2" şarkısında Janis Joplin'ni anlattığı rivayet edilir. O kadarını bilemem ama Hotel Chelsea gerçekten de görmek istediğim bir yerdir benim için.

Bu belgeselinde benim için müthiş bir fırsat olduğunu düşündüm.(önümüzdeki senelerde New York'a gitmek gibi planım yok çünkü:) Açıkçası film beni inanılmaz hayal kırıklığına uğrattı. Ben orda daha önce yaşamış, film açıklamasında yer alan isimlerin (özellikle sevgili L.C) anılarını falan anlatıcağını düşündüm. Orda uzun zamandır yaşayan insanların konuşmalarına yer verilmiş. Ancak bunların pek çoğu kendi halinde sex, drugs and rock'n roll üçlüsüyle pek alaksı olmayan insanlar. Filmde orada yaşamış olan şarkıcılardan olan Sex Pistol'un solisti Sid Vicious ve sevgilisi Nancy üzerine bir takım gereksiz canlandırmalar yer aldı. Ha unutmadan bir de Janis Joplin'le de kopuk kopuk bir canladırma vardı. Film sırasında bir ara gerçekten sıkıldım ve gitmek istedim. Yeraltı müziği ve sanatı açısından bir tarih olan bu mekan üzerine hiç de bilgilendirici olmayan, kötü bir belgeseldi. Umarım birileri bunu görür ve daha iyisini yaparlar.

Bu arada otelin 40 yıldan fazladır sahibi olan şimdi adını bulamadığım adam burayı satmış ancak, çok pişman. Çünkü yeni sahipleri oteli bohem havasından çıkartıp daha modern ve zenginlere hitap eden bir hale sokmuşlar. İnternet sayfasında gördüm tüm bunları. Üstelikte orda 30 yıl gibi süredir kalan insanları evlerinden çıkarmaya başlamışlar. Otelin eski sahibi pek paragöz olmayan biriymiş. Otelde kalan insanların çoğu sanatçı ya da işçi sınıfından olan insanlar olduğundan, çoğunun hayatı inişli çıkışlı olmuş. Bazıları yıllarca para vermeden yaşamış. Ama bir şekilde paralarını ödemeye çalışmışlar. Otelin eski sahibi, otelde yaşayan ressamların beğendiği resimlerini alıp duvalarına asmış. Tıpkı resim galerisi gibi olmuş. Umarım yeni sahipleri oteli daha da mahvetmezler ve tıpkı bizim gibi halka açık olması gereken kültür mekanlarını, cebi paradan dolup taşmış ama yine de nereye sokup sokuşturucağını bilmeyen para babalarının eline vermezler.(örnek ileriki zamanlarda otele çevirilmeyi planlanan Haydarpaşa Garı)

(Biterken çalan: Led Zeppelin - Stairway to Heaven)

5 Ekim 2008 Pazar

REM



Ekim'de açık havada konser izlemek gerçekten iyi oluyormuş. Bir gece öncesi fırtına varken, dün gece kadife bir hava vardı Kuruçeşme Arena'da.

REM konserine gitmek için malum şahıs ile birlikte Kuruçeşme'nin yolunu tuttuk. Ancak organizasyon şirketi bizi şaşırtarak tam saatinde kapı açılışı yapmış. Tabi kimsecikler yoktu dışarda. Bizde kendi çapımızda "kapı açılış heyecanı" yaptık ve daha sonra içeri girdik.

Konser öncesinde çeşitli yardım standlarının kurulucağını biliyordum. Daha önceden Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın Benim Kütüphanelerim Projesi'ne katılmak istemiştim ama nasıl yapmam gerektiğini tam bilmiyordum. Bende hazır yüz yüze konuşulacak birileri varken öğrenim dedim. Ama elime tutuşturulan kağıtla kalakaldım gene. Bizde yiyecek ve içeklerimizi alıp Kuleliye karşı oturduk.

İlkkez bir konserde ön gruplardan hoşlandım. Ayyuka'nın biraz arabeske kaçan tarzları beni biraz irkiltse de gene de iyiydi. Spiritualized prograssive kaçan bir tarzları vardı. Gerçekten de iyiydiler. Ama isimleri nasıl okunuyor bilmiyorum. Hatta Naim Dilmener'in dediğine göre grubun isminin nasıl okunduğu hakkında çeşitli forumlar varmış. Garip.

Mor ve Ötesi'ni çok fazla sevmem. Hattta gereksiz cool duruşları beni kıl eder. Sadece biz politiğiz havaları beni hasta ediyor. Çok bilinen şarkıları dışında pek şarkılarını bilmem. Performansları her zamanki gibiydi.

Bu arada, Mor ve Ötesi'nin sonuna doğru arkalardan insanları yararak gelip, en önde yer kapabiliceğini sanan salak çifte akıl, fikir ve benzeri türünde şeyleri bir an önce edinmelerini diliyorum. Bir de utanmadan kavga çıkardılar. Allahtan güvenlik görevlileri çıkardılar onları da rahat rahat takılmaya devam ettik.

Saat dokuza geldiğinde büyük an gelmişti artık. Michael Stipe 48 yaşında olmasına rağmen müthiş dans ediyordu. Bütün gece sahnenin her tarafını dolaştı. Şapkasını çıkardı. Kravatını çıkardı. Gömleğini bekledik ama çıkarmadı:( Grup elemanları hallerinden memnun gibiydi. Ama seyirci çok ölüydü. Etrafımızda o kadar REM fanı olmasına rağmen, azıkcık bile çoşmadılar. Zaten ekşisözlükte okuduğum kadarıyla arka taraflar daha fenaymış( buarada ben 3. sıradaydım:) Konuşmalardan kimse bişey duymamış. Sanırım şu davetiye olayını çok abarttılar. Guns'N Roses konserindeki topuklu giyen tiki hatunları hala hatırlıyorum. Loca da oturup izlemişlerdi. 10. 000 kişinin olduğu söylenen konserde neden en çok uğultu bu alakasız insanlardan gelirki? Kaç tane davetiye dağıtılıyor anlamıyorum. Davetiyeler yüzünden parası olupda bilet kalmadığı için konsere gidemeyen pek çok insan olabiliyor. Hoş bu REM için geçerli değil.

REM'in Barack Obama'yı destekledğini biliyordum. Konserde bize kendi başkan adayını alkışlattırdığı için açıkçası biraz sinirlendim. Sanırım Amerikan emperyalizimi denen şeyden habersiz. Sonuçta Amerika'nın başbakanı dünyanın ya da bizim başbakanımız değil.(bu ada ayrı bir yazı konusu tabi)

Bu arada Electrolite çalıcaklarını hiç düşünmemiştim. Bana güzel süpriz oldu. Setlisti bulamadım hiç bir yerde. Eğer bulursam yakında paylaşırım onuda.

Güzel bir ekim akşamıydı. Her şeye rağmen teşekkürler REM...















(Biterken çalan: Richard Hawley - Hotel Room)

2 Ekim 2008 Perşembe

Üç Kitaptan Biri Çürük Çıktı


Eminim sizinde olmuştur. "Keşke almasaydım ne biçim kitap bu şimdi" dediğiniz. Ben işte buna çürük kitap diyorum. Arka kapak yazısına aldanıp aldığım kitplar... Kitap seçiminde bazen başarısız olabiliyorum. Sanırım kütüphaneci olursam, seçim kısmında çalışmamam gerekicek.

Neyse... Çürük olarak nitelendirdiğim kitap, Yarım Kalan Düş, Süleyman Yaşar yazmış. Konu resmi bir dernek olan TöB-DER (öğretmenler birliği) üyesi olduğu için (141. -142. maddelerden her zaman olduğu gibi) 12 Eylül'de yaşamış olduğu tutukluluk ve cezaevi anılarını anlatıyor. Kitapta ilginç sayılabilecek çok az şey var. Açıkçası kendisi "çok rahat" bir tutukluluk dönemi geçirmiş. İşkence görmemiş. Yazarda dernek arkadaşlarına karşı bir burukluk var. Ne cezaevinde ne de sonrasında görüşmeye gelmemişler. "Orda siz kendiniz için yattınız" denmiş. Kitaptaki en vurucu şey buydu benim için. Bu cümlenin üzerine yazılacak aslında çok şey var. Neyse geçelim diğer kitaba...

Galatasaray'daki sahaflardan aldığım "Sakıncalı Piyade". (Buarada sahafları gezin. Gerçekten çok ilginç kitaplar var. Dış kapakları biraz eskiler, ama önemli olan içleri değil mi zaten?).Uğur Mumcu'nun aslında teğmen olarak yapması gereken askerliğini "her nedense" er olarak yapması, daha sonra cezaevine düşmesi traji-komik bir şekilde anlatılıyor. Açıkçası ilk kez Uğur Mumcu kitabı okuyorum ve yazım diline hayran oldum diyebilirim. Kitabın önsözünü yazmış olan Aziz Nesin gibi insan "gerçekten acı acı gülüyor"

Güzeli sona bıraktım. İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası.

İhsan O. Anar'ı anlamak ve okumak gerçekten sabır gerektiryor. Çünkü çoğu insan kitabın en başında Eski Türkçe kelimelerden korkup, kitabı anlıyamayacağını düşünüyor. Evet bazen biraz sözlük karıtırmak gerekiyor ama olsun.

İhsan O. Anar'ın türünü ben "büyüklere masallar" olarak niteliyorum. Daha önce "Amat" kitabını okumuştum. Her iki kitapta Osmanlı döneminde geçiyor. İkiside masal tadında.

İhsan O. Anar gerçekten çok başarılı bir yazar. Kendisi felsefe eğitimi almış ancak, tarih bilgisi ve türkçe dil bilgisi harika. Eski Türkçe biliyor diye yaşlı falan sanmayın onu. Puslu Kıtalar Atlası'nı yazdığı zaman 35 yaşındaymış!

(Biterken Çalan: Yes - Close To The Edge )

8 Eylül 2008 Pazartesi

Yalnız ve Güzel Gökçeada "Burada Yalnız Ölüm Var"



Çarşamba günü abimin askerliği sebebiyle Gökçeada'ya gittik.

Gökçeada'ya Tekirdağ üzerinden Ecaabat'ta ordan da Kabatepedeki feribota binilerek gidiliyor. Böyle söyleyince oraya ulaşmanın kolay olduğunu sanmayın. Feribot saatleri kış tarifesine geçmiş durumda ve günde 3 tane saferi var. Biz sabah 8 gibi Kabatepe'deydik.10 daki feribota yetişmek için. Neden bu kadar erken ordaydınız diyebilirsiniz. Çünkü çok fazla yığılma olabiliyor ve dolu giden feribotun arkasından el sallayıp, saat 2 deki feribotu beklemek zorunda kalabilirsiniz.

Her ne kadar otobüs olsada (Truva ve Radar) kesinlikle arabanızla gidin. Adanın içinde taksi ve minibüsler var ama bildiğimiz sayfiye yerlerindeki gibi sıklıkta değil.

Feribotun güvertesinden yaklaştığımız adaya baktığımda doğrusu şaşırdım. Kafamdaki ada profiline hiç uymuyordu. Çünkü sivri dağlardan ve kel tepelerden oluşuyordu. Zaten adayı dolaşmaya başladığımda bitki örtüsü denen bişey yok. Ada'da, her yerde olduğu gibi ormanlık olan arazi askeri bölgeydi.

Adaya ilk ulaştığımızda ilk işimiz sevgili abimi görmekti. Bir saat kadar bekledikten sonra yanımıza geldi. Doğrusu ben çökmüş birini bekliyordum. Ama gayet iyi gözüküyordu. Sonraki günler yemin töreninden sonra bizimle kaldı. O bizim, bizde onun sıkıntısını aldık ve geri yolladık:)

Gökçeada'nın tarihine gelince... Eski adı İmbros olan bu unutulmuş ada, Lozan Antlaşması'yla Bozcaada'yla (Thenedos) özel statü getirildi ve buradaki Rumlara dokunulmama kararı alındı. Ancak 1923 yılında 8500 Hıristiyan bulunurken, 2001 yılında yetmiş yaşın üzerinde 230 Rum bulunmaktadır. Türkler 1940'lardan itibaren yerleştirilmeye başlandı ve Türk nüfusu giderek arttı. 2001 yılında Türk nüfusu 9000 civarında.

1960'larda Rumlar okullarda hem Türkçe, hem Rumca ders görüyorken bir süre sonra kaldırıldı. Hayvancılıkla geçinen Rumlara çeşitli yasaklar kondu.(tabi Türk'lere değil) Bence en kötüsü de 1965 yılında kurulan yarı açık cezaevidir. Ada'da serbestçe dolaşan mahkumlar, yıllardır kapılarını kitlemeyen Rumlar, evlerini kitlemeye başlamış. Bununla da kalmayıp tecavüzler olmuş.

1970 yılında Ada askeri bölge ilan edildi. Ada'ya valilik izniyle girilebilidi. İleriki senelerde bu durum kaldırıldı. Daha sonra doğu kökenli Türkler adaya para karşılığında yerleştirildi ve "eritme politikası" son halini buldu. Bundan sonra pek çok İmbros'lu adayı terk etti. Kimisi Yunanistan'da kendine yer edinmeye çalıştı, kimisi Türkiye'de.... Hiç bir yere ait olamadılar. Yunan'lılar onları "dönek" gibi görüyordu. Türkler ise düşman. Kimisi geri dönmeye çalışmış ömürünün son zamanlarını orda geçirmeye çalışıyor.

İmbros'lular "Burada yalnız ölüm var." diyor. Çünkü çok az doğum oluyor.

Haklılarda... Bir hüzün var bu adada. Bir yabancılık var. Türkiye'nin en batı ucu olmasından başka anlamlarda taşıyor bence. Hatta çok büyük anlamlar. Türkiye'nin yaptıklarıyla, geçmişiyle yüzleşmesi gibi gereken anlamlar....

(Biterken çalan : Pearl Jam - Off He Goes )

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Başkalarının Acısına Bakmak



Dün itibari ile bitirmiş olduğum Susan Sontag'ın "Başkalarının Acısına Bakmak" kitabından ve kendisinden bahsetmek istiyorum.

Susan Sontag, 1933 New York doğumlu bir Yahudi. 2004 yılında yaşamını yitirmiş. Ancak geride bir dolu kitap ve makale bırakmış. Diğer kitaplarını da okuduğumda (umarım) haber veririm. S.Sontag daha çok savaş, pornografik edebiyat, AIDS ve fotoğrafçılık üzerine çeşitli dergilere makaleler yazmış. Ayrıca kendisi öykü-roman ve sinemacı olarak biliniyor.

Bu kitabına gelirsek, S.Sontag imgelerin insanların üzerindeki etkileri ve medyanın bu konudaki yerinden bahsediyor. Artık insanların savaş fotoğraflarından ya da savaşla ilgili televizyonlarda yayınlanan görüntülerden etkilenmediğinden sözediyor. Bu konuyla ilgili ne yazıkki kendimden bir örnek vereceğim. Her yemekte televizyon izleyen ben, akşam yemeklerinde haber kanallarını izlerim. Her akşam izlemeye alışık olduğumuz(?) terör, savaş ya da şehit ailelerinin ağıtları eşliğinde yemek yemeğe devam ederim. Neden sinirlerim bozulmaz? Neden isyan etmem?

S.Sontag bunun sebebinin (Amerika'da özllikle CNN'nin başını çektiği) insanların artık bu görüntülere doymuş olmasından dolayı kaynaklandığını söylüyor.

İlk savaş fotoğrafçılığı Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz ordusunu cephe dışında fotoğraflanarak başlamıştır. Ancak o zamanlar bugünki gibi Amerikan askerlerinin Irak'taki sivilleri kurşuna dizerkenki gibi çekimler yapılmamış tabi. İngliz askerleri yemek yerken, kendi aralarına sohbet ederken ya da kutlama yaparkenki görüntüleri bulunmaktadır.

Pek çok insana göre dönüm noktası olan (savaş fotoğrafçılığında) Robert Capa'nın 1936 yılında İspanya İçsavaşı'nda çekmiş olduğu Cumhuriyetçi askerin ölüm anını gösteren fotoğraftır.(Fotoğrafın hala gerçek mi yoksa kurgu mu olduğu belli değildir)


İkinci Dünya Savaşı'na gelindiğinde ise Nazilerin, Yahudilere yapmış oldukları işkenceler, gaz odaları, kemik yığınları gibi türlü fotoğraflar yayınlanmaya başlandı. Vietnam, İsrail-Filistin ve son olarakta (ki son olmayacak. Rusya - Gürcistan savaşını da bu listeye ekleyebiliriz) Irak savaşlarındaki görüntüler eklenmiştir.

Televizyonunda hayatımıza girmesiyle birlikte görüntüler "an"lık olmaktan çıkıp, en gerçekçi haliyle akşam yemeklerimizde bize eşlik etmektedir.
Peki medya hem bizi bu görüntülerle doldurmadan, hem de asıl işleri olan "haber etmeyi" nasıl yapmalıdırlar? Açıkçası bunu cevaplayacak yeterli bilgiye sahip değilim. Belki bu konuda da bir kaç şey okuduktan sonra kendimce bir cevabım olabilir.
Son olarak kitabın ek bölümünde Alman Yayıncılar Birliği'nin Frankfurt Barış Ödülüne laik gördüğü S.Sontag'ın ödül töreninde yapmış olduğu konuşmanın metini yer alıyor. Metinde Amerika ile Avrupa arasındaki farklar ve neden bir araya gelememeleri üzerine. Bence gayet açık ve iyi düşünülmüş düşünceleri barındırıyor.
(Biterken çalan:The Velvet Undergruond&Nico - Run Run Run)

26 Ağustos 2008 Salı

Anlaşamadığın İnsanı Sevemezsin!!!

İnsanları olduğu gibi kabul edemiyorum. Bu da benim sorunum. Bunu nasıl yeneceğimi ya da yenmem gerekip gerekmediğini bilemiyorum. Biri benim kafama göre değilse silip atarım. Ve bu hiç düzelmez.
Biri vardı hayatımda bi zamanlar. Her şeyi paylaştığım, konuştuğum, gezdiğim, dinlediğim, beraber fotoğraf çektiğim... Ama bazı huyları vardı ve beni artık sinir etmeye başlamıştı. Artık önemsiz biri olmuştum. Başka öncelikler gelmeye başladı. Başka kişiler önemli olmaya başladı. Ben çünkü hep vardım ve olacaktım. Belkide bu yüzden ilişki basite inmeye başladı?
Bugün en son ne zaman seni seviyorum dediğimi düşündüm. (aynı şekilde onun da bana)
Hatırlamıyorum.
Ya da en son ne zaman öptüm doya doya sarıldım. (aynı şekilde onun da bana)
Hatırlamıyorum
Bence bir insanın sevgilisi ile arkadaşı arasında ince bir çizgi vardır. Ben hep sevgililerimle önce arkadaş olmayı denemişimdir. Ama bu sefer tuaf bişey oldu. Sevgiliyken kendiliğimizden arkadaş olduk.
Belkide başta yazdığım şeyin yani insanları olduğu gibi kabul edemememin de etkisi vardır bunda. Peki bu ne demek? Ben neden birini olduğu gibi kabul edim? Bu bana ne kazandırır?
İnsanları sevinçle falan kucaklicak değilim. Öyle bir niyetim de yok, olamazda.
Kavgacı değilim (haksızlıklar dışında). Birini sevmiyorsam uğraşmam, bulaşmam. Peki bu durumda kabul etmem gereken şey ne benim?
Ben de şöyle bişey geliştirdim kendime. Anlaşamadığın kişiyi sevemezsin!!! Başka insanlar için mantıklı bilemem ama benim gibi birine göre(?) gayet mantıklı. "Ya sev ya terk et"in biraz daha üst versiyonu.(tabi kime göre neye göre değişir bu)
Eeee ne değişti yani? Bi bok değişmedi işte ben gene yalnız kaldım. Bu mudur? Bu dur....
(Biterken çalan: Neil Young - Cowgirl in the Sand )

24 Ağustos 2008 Pazar

Başlamak yolun yarısıdır derler...Ancak ben daha başlamadan bırakanlardanım.Sırf düşünerek olayı kafamda bitirebilirim. Son zamanlarda bu tür olaylar daha da arttı. Yaşımdan mıdır nedir artık bilemiyorum. Neye başlamak istesem ya bitiremiyorum ya da başlayamıyorum. Hayır bi depresyon durumum yok. Belkide başarısız olurum kaygısını taşıyorum. Hayatın beni göt etmesinde korkuyorum. Tabi bu da başlı başına ayrı bir yazı konusu. Yaptığımız her başarısızlığı ya da başımıza gelen her kötü şeyden hayatı suçlamak... Hayatı oluşturan varlıklar eğer bizlersek suçlanması gereken bizlerizdir. Bu iş bu kadar nettir. Bu işi hallettikten sonra benim başlayamama sebeplerime geri dönebiliriz.
Bir kaç yıl öncesine kadar her şeyi denemek isteyen bir insanken neden bu kadar geriledim diye düşünüyorum. Karşıma çıkan insanlardan mıdır acaba? Bi ara insanların problemleriyle çok fazla ilgleniyordum ve çözüm bulma arayışı içindeydim. Ama onların benimkiler için aynı şeyi düşünmediğini fark ettim. Belki de o arada içimde bulunan yaşam enerjisini(?) insanlar emip bitirdiler beni!!(metafizik olaylarıyla hiç ilgilenmem,anlamam ve sevmem ama şu an o kadar kafama karışık ki bi cevap bulabilmek adına bu tarz anlatımlar bile mantıklı gelebilir bana)
Sonuç olarak "bir de ben yapayım şu işi" diyerek başladım bu blog işine. Bakalım neler oraya çıkaracağım. Yukarıda yazdıklarım bir tür uyarıda sayılabilir. Hani olurda alışkanlık yapabilir diye....:)