31 Ocak 2009 Cumartesi

Pandora'nın Kutusu

Son zamanlarda Türk sinemasında çok iyi filmler izlemek gerçekten beni mutlu ediyor. Tıpkı Pandora'nın Kutu'su gibi Türk Sineması'nın da Kutusu açıldıkça açılıyor. Sonbahar, Süt ve Üç Maymun'a baktığımızda kutuların içindekiler aslında hep aynı. Aile bireylerinin birbirine yabancılaşmaSsı, şehir insanı ile taşra insanı arasındaki uçurumun iyice açılması ve kapitalist sistemin insan ilişkilerine yansımaları gibi birbirinden farklı anlatımlı ancak benzer şeyleri göstermeye açlışan filmler bunlar.

Pandora'nın Kutusu, orta yaşlarına gelmiş ama hayatta hala başarılı olamamış, üç kardeşin bağları ve Alzheimer hastası anneleri Nusret (Tsilla Chelton) sebebiyle bir araya gelmeleri ve sonrasında olanlar anlatılıyor. Filmde, Nesrin (Derya Alabora)'nin özgürlük arayışı içinde olan oğlu Murat'ta (Onur Ünsal) filmde yer alıyor.

Nesrin en büyük kardeş. Dolayısıyla biraz dominant karakterli. Yetişkin olmalarına rağmen hala kadeşlerinin hayatına karışıp, onları eleştirebiliyor. Zaten bu tavrı yüzünden eşi kendisinden uzaklaşmış, oğluda evden kaçmıştır.

Güzin (Övül Avkıran), 40'lı yaşlarında anladığım kadarıyla gençlik yıllarında, kapitalizmi eleştirirken şimdi o sistemin içinde gazetecilik yapan, kendine güveni olmayan dolayısıyla sevgilisi onu ne zaman ararsa ozaman buluşan biri.

Mehmet (Osman Sonant) içlerinde en rahatı aslında o. Ancak kontrol ve düzen delisi Nesrin ve kendine ve kimseye güvenmeyen Güzin onun bu rahatlığını kabul edememektedir.

Yukarda bahsetmiş olduğum, şehir hayatının taşralıya, hatta kendi aile bireylerine karşı güvensizleştirmesi meselesini gereksiz uzatmalar olmadan, fazla ayrıntıya girmeden ama seyirciyide unutmayıp ipuçları vererek anlatmış Yeşim Ustaoğlu.

Tsilla Chelton, üzerine birşeyler söylemeden geçmek olmaz. Kendisi 90 yaşında ve sırf bu film için bu yaşında Türkçe öğrenmiş! Bir gazetede filmle ilgili okuduğum bir eleştiri yazısında, Tsilla Chelton'un Türkçesinin bozuk olduğu, bu yüzden filmde bu durumun dikkat dağıttığından bahsediliyordu. Ancak ben aksini düşünüyorum. Kesinlikle çok iyi konuşuyor ve hatta bozuk türkçesi ona Karadenizli havasını daha çok veriyor.

Umarım bu kışı böyle iyi filmler izleyerek geçiririm. ( bu arada filmi 15 dakka boyunca sesiz izliyip, ingilizce alt yazıyı okutarak, ingilizcemizi geliştiren makiniste burdan teşekkür ederim. Daha sonra bizi aslında başı boş bırakmış kendisi. Bunuda "Siz ne zamandır bu şekilde izliyorsunuz?" sorusundan anladık. Daha sonra filmi 25 dakkika kadar geri alarak filminin baş kısmını beynimize kazıdığı için kendisine tekrar teşekkür ederim :))

(Biterken Çalan: Supertramp - Breakfast In America)

19 Ocak 2009 Pazartesi

15 Ocak 2009 Perşembe

Öğrenci Odaklı Mı, Yoksa Ben(cil) Odaklı Eğitim Mi?

Bir insan sizce neden üniversiteye gider? Profesyonelliğe adım atmak, bilimsel araştırmalar yapmak, sürü psikolojisi ya da ortam yapmak için:) Ben son sınıf olduğum halde neden girdiği mi hala bilmiyorum. Üstelikte kimsenin gitmek istemediği, össnin son tercihlerinde yer alan, Türkiye'de halan oturtulamamış bir bölümde okuyorum. Bilgi ve Belge Yönetimi.... Sürekli kendimizi ifade etmek zorunda olduğumuz bir bölüm ne yazık ki. Artık insanlar sormadan ben dört yıllık diyorum:)

Bilmeyenler için kısaca açıklamak gerekirse, eskiden Kütüphanecilik, Arşivcilik ve Dokümantasyon olarak üç ayrı bölümken, dünya standartlarını yakalamak için,(!?) 2000 yılında (sanırım) bu üç bölüm birleştirilmiş ve Bilgi Belge ismini almıştır(bizde cisme değil isme bakıldığı için sanki isim değişince içeriği de değişmiş oldu) Bu arada bu yıldan sonra bölümü tekrar Arşiv ve Bilgi Teknolojileri anabilim dallarına ayıracaklar. Madem ayıracaktınız, neden birleştirdiniz sorusu her aklı başında olan insanın düşünebileceği bir soru. Ben de düşündüm. Ancak mantıklı bir açıklama bulamadım, kulağıma gelen sadece dedikoduydu.

Ayırıp birleştirilmeleri gerçekten bu saatten sonra hiç umrumda değil! Ancak final döneminin yaklaştığı şu zamanlarda, geçen bu 3.5 senenin kendimce değerlendirmesini yapmaya başladım. Bu okulda, bu bölümde okumak bana ne kazandırdı? Hocaların bana bir yararı oldu mu, en önemlisi öğrenci odaklı mı yoksa sırf kendi ünvanlarını çoğaltıp kendilerini mi tatmin ettiler?

Konuyu biraz açarsam eğer; bana göre üniversitede akademik kariyer yapmak isteyen bir kişinin öncelikle tercihini ya öğrenciden yana, ya da kendinden yana kullanmalıdır. Bunu baştan belirlemediği zaman, 110 kişilik bir sınıfın, ödevleride doğru düzgün okunmaz, verilen ödevinde nerde olduğunu bulamaz, derse konferansdı, seçimdi gibi sebeplerden dolayı ders işlenmez ama nedense yoklama alınır, çünkü eşşek gibi gelmişinizidir sabahın köründe, sonra konular yetişmez ve öğrenci derste anlatılmayan konuların fotokopilerini ayrı ayrı fotokopicilerden toparlamaya çalışır.(Uzun cümle oldu farkettim) Dolayısıyla okuldan mezun olmuş profesyonel hayata atılacak insanlar değil, "yığınlar" mezun olur.

Daha bitmedi diğer bir konu da, bizim her yıl yapmış olduğumuz bir aylık zorunlu kütüphane stajlarımız. Bu yıl son senemiz ve "rektör paşa" öğrencilerin artık devamsızlıktan bırakılabileceğini emretmiş ve bu arada bizim yarı yıl tatilde yaptığımız stajlarımız bir anda ilk döneme sıkıştırıldı ve bizim haftada sadece bir günümüz boştu! Bir dönem içersine sıkıştırılmasının sebebi de, bir hocamızın yurtdışına eğitime gitmesi ve ders programındaki kredi boşluğu. Şimdii! Ben bu hocamın yurtdışına gideceğini taaa mayıs ayından beri biliyorum. Diğer hocalar sanki bunu bilmiyorlar mıyıdı? Neden ona göre ders programı ayarlanmadı? Neden kendilerini kurtarmak ve üzerlerine ders almamak için bizleri sıkıştırdılar? İşte tüm bunlar yukarıda bahsetmiş olduğum "ben odaklı eğitim" in sonuçları ve madur olan öğrenciler.

Rektör kararı üzerine de bir kaç laf söylemeden geçemiyeceğim. Üniversitede okuyan her öğrenci ailesinin yanında yaşıyor demek değildir, ya da ailesinin ona bakıyor olmasıda mümkün olamıyor olabilir. Yani hem çalışması hem de okuması gerekebilir. Burslarında zaten kimlere gittiği belli. Bu insanlar devam zorunluğu gibi bir durum varken bunu nasıl gerçekleştirecekeler? Ben bu konuda hocama yakınırken, o da bana "öğrenci derse gelmeyip kahveye gidiyor" dedi. Kurallar kahveye gidenleri düşünmek için mi konuyor yani ya gerçekten paraya ihtiyacı olanlar ne olacak. Sınavlar zaten derse gelenlerle gelemeyenleri ayırt etmek için yok mu?

Finaller öncesi çok taktım bu konulara. Final öncesi olmasınında sebebi, son bir haftadır yukarıdaki sebeplerden dolayı, mezun olamamanın direğinden dönmüş olmam:) Artık çok umrumda da değil zaten. Bu işsizlite öğrenci olmak en iyisi aslında:)

(Biterken çalan: Tool - Right In Two)

9 Ocak 2009 Cuma

SÜT


Dün Semih Kaplanoğlu'nun son filmi olan "Süt"ü izledim. Filmi anlatmadan önce bişeyden bahsetmek istiyorum. Malum dün perşembeydi ve gencturcell anlatlaşmalı Kadıköy Sineması'na gittik. Kadıköy Sineması'n da perşembe günleri aynı zamanda halk günüymüş ve öğrenci bileti üzerinden bilet kesildi bize üstelikte 19.15 matinesine! Kısaca 2 kişi 8 TL ye film izledik. Taksim'deki Alkazar Sineması tam bilet üzerinden bilet kesmişti ve gençturcell üyelerine halk günü indirimi uygulamadığını belirtmişti. Üstelikte KadıKöy Sineması gerçekten iyi bir salona sahip. Tabi klimaları açtıklarında:)

Filme gelirsek, ben "Yumurta" yı izlemedim dolayısıyla kıyaslama yapamayacağım bu konuda. Film, Tire'de annesiyle beraber yaşayan ve şair olma hayalleri kuran Yusuf'un (Bu arada iki hafta üstüste Yusuf isimli karakterler izledim. Kaybedenlerin adı hep Yusuf mu olur?) hayatını anlatıyor. Yusuf hem taşra yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor, hem de ondan uzaklaşmaya. Uzaklaşma aracı olarakta şairlerin resimlerinin asılı olduğu odasına kapanıp, şiirlerini yazıyor.

Üniversiteyi kazanamadığı için askere çağrılıyor ancak bu da gerçekleşmiyor. Bu arada annesinin tren istasyonunda çalışan adamla ilişkisi olduğunu öğreniyor ancak bu durum ondan saklanıyor.

Filmi oldukça yavaş tempoda ilerliyor. Zaman zaman sıkıldığım oldu görsellik olarak çok fazla bir şey beklenmemli diye düşünüyorum.Bu arada filmde kitapçıda bir kızla tanışıyor Yusuf. Onunla daha sonra buluşmak üzere randevulaşıyorlar ancak bu olay gerçekleşiyor mu gerçekleşmiyor mu anlamadım. Olay orada yarım kaldı. Acaba, "Yumurta" filminde kız arkadaşı olan kişi mi diye düşündüm. Saadet Işıl Atasoy, "Yumurta" filminde başka birini canladırıyormuş. Biraz olay havada kaldı gibi geldi bana.

Son olarak filmle ilgili eleştiri ve yazılara bakarken aşağıdaki açıklama hoşuma gitti. (Uğur Vardan'nın Radikal'deki yazısından alıntıdır.)

"Öte yandan ‘Süt’, Kaplanoğlu’nun çeşitli söyleşilerinde vurguladığı gibi Tanzimat’tan bu yana kafası karışık aydın prototipinin orta yaşlılığından ergenliğine bizi taşırken, bu kafa karışmasının sosyolojik verilerini, bu hikâye etrafında bize sunma ve bir taşra delikanlısı üzerinden, yeniden tartışma ve sorgulama fırsatı doğuruyor. Ama bu zihinsel karmaşaya ‘Yumurta’ ya da ‘Süt’ ne derece derman olabilir, işte orası muamma. Çünkü, tıpkı Yusuf’un kendi dönemdaşlarıyla yaşadığı uyumsuzluklar gibi, günümüzün ‘erişkin’ Yusufları da, başka dertler ve tasalarla örülü bir hayatın (ya da Türkiye gündeminin) içinde, alabildiğine yalnızlar ve sığınacakları bir ana kucağı bile yok."

(Biterken Çalan: PJ Harvey - Kick It On The Ground)

2 Ocak 2009 Cuma

Sonbahar


En sonunda ben de Sonbahar filmini izledim. Yılbaşından sonraki gün olsada, yeni yılana nasıl girersen öyle olur mantığıyla bakarsak olaya, sanırım pek iyi bir sene beklemiyor beni.

Sonbahar, son zamanlarda izlediğim politik filmlerin içinde en sessiz en sankini. Ancak bundan ajitasyon yüklü bir film olarak düşünmeyin. Bu filmin bir derdi var, Özcan Alper'in bir derdi var. Ancak bu derdini yüzümüze çarpa çarpa değil, etkili ve lirik bir şekilde sunuyor.

Filmdeki Yusuf karakteri, "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında, direnen ancak ciğerlerinide kaybeden siyasi bir suçludur. Daha sonra kendisi cezaevinden çıkar ve annesinin yanına Hopa'ya geri döner.

Yusuf'un annesiyle "Hemşince" konuşması hoşuma gitti doğrusu. Bu bile filmin yok edilmek istenen diller ve kültürler üzerine bir derdi olduğunu gösteriyor. Bu arada Hopa müthiş bir yer. Her görüntü kartpostal gibi. Gerçekten hayran kaldım. Yusuf'un evinin önüdeki tahta bankta yatması ve sonrasında sabahları müthiş bir manzara karşında uyanması çok hoşuma gitti. Ancak dağlardaki temiz hava bile onun kaybolan ciğerlerini iyileştiremedi. Çünkü hapishanede uzun süre kalması ve en son yaşananlar onun ciğerinden daha çok aklını ve duygularını elinden almıştı.

Filmde, "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında çekilen gerçek görütülerede yer veriliyor. Ancak çok fazla değil. Bu şekilde olması da filmi belgesel gibi yapmamış.

Hopa'da tanıştığı fahişe Elka'yla yaşadığı kısa süreli aşksa ne yazıkki yarım kalıyor. Aslında Yusuf ona derdini anlatıyor ancak Elka hakkında pek birşey öğrenemiyoruz. Belkide bilindik fahişe hikayedir diye mi üzerine düşülmemiştir?

Filmin ödül alıp almaması benim için önemli olmadı hiç bir zaman. Ben zaten gitmeyi başından beri istiyordum. Sessiz, sakin ama bir o kadar da etkili olan "Sonbahar" ı izlemenizi tavsiye ederim.